Arka BahçemizGenel

Kim demiş “Evlilik sıkıcıdır” diye

Okuduğumuz her şey tam tersini söylese de, günü gelince hepimiz anlarız, zor olan karşılıksız değil, karşılıklı aşktır. Hele iş evliliğe gelince, işler çetrefilleşir. Sorun renksiz, sıkıcı ve basit bir hayat değil, tam tersine farklılıklar, hayal kırıklıkları ve beklentilerle baş etmek, bağımlılık duygusunun üstesinden gelmektir. Korkmayın! Biraz mizahla, biraz kolay ama hiç de kahramanca olmayan yaklaşımlarla, edebiyatın tutkulu yapıtlarını utandırabilirsiniz.

İlk gençlik yıllarımdan 30’lu yaşlarımın başlarına kadar, aşka dair en yoğun hislerim, bana karşı çok az ilgisi olan veya hiç ilgisi olmayan kadınlara yönelikti. Erkek arkadaşı olan kadınlar, arayacağını söyleyip, telefon numaralarını kaybetme alışkanlığı olanlar, nazikçe kendilerine daha fazla vakit ayırmaya ihtiyaç duyduğunu ya da seksin değerli bir arkadaşlığı bozmasına izin vermek istemediğini söyleyenler… Kaderim için merhameti hak etmekten çok uzaktım. Aslında tuhaf bir şekilde kutsanmıştım.

Görüntüdeki kötü kaderim, beni aşkların en güçlüsüyle tanıştırmıştı: Karşılıksız aşk. Aşkla ilgili birkaç roman okuyan herkes, edebiyatta neredeyse her zaman aşkın engellere maruz kaldığını hemen fark eder. “Aşk hikâyesi” diye adlandırdığımız şey, hiç de ismi gibi değildir; sadece aşkın kesintiye uğramasından ve gecikmesinden ibaret, mutlu birlikteliğe karşı birçok engel (ebeveynler, toplum, utangaçlık, korkaklık) aşılarak kazanılan kademeli bir zaferdir. Aşkın tamamına ermesinden sonra, yazarın yapması gereken tek bir şey kalır; hikâyeyi sonlandırmak. Karşılıksız aşka odaklanmak, terk edilen için büyük bir tesellidir. Hisleri, okuduğu şeylerde sürekli abartılır ve kabul görür.

Telefon beklemenin ve tek kişilik yemek hazırlamanın yarattığı acı-tatlı hisler üzerine bolca düşünmek, hatta kutlama yapmak için eğitilir. “İnanamıyorum! Beni aradı” Edebiyatın içine dalmak, benim için de durumu doğallaştırmıştı. Dolayısıyla 30’lu yaşlarımın başında, yaşadıklarımın en şaşırtıcısına hazırlıksız yakalandım. Kişinin en sevdiği romanlar arasında Goethe’nin Genç Werther’in Acıları (mutsuz bir aşk arayışını takiben intihar) ve Tolstoy’un Anna Karenina’sı (aynı tema) varsa, bu durum daha da şaşırtıcı oluyor. Biriyle tanıştım; beni geri aradı; durumu arkadaşlık seviyesinde bırakmayı tercih etmedi; aramayı ihmal etmedi; ertesi gün işi olduğu için evine dönmek zorunda değildi -âşık olduk- ve evlendik. Aniden, edebiyatın, hayatın ne getireceğine dair yaptığı rehberlik son buldu. Bana yolunu gösterdiği her şey, yalnızca gerçek dışı bir şekilde mükemmel, aslında hareketsiz ve donuk ‘mutlu aşk’ imajı için geçerliydi. Durağan bir görüntüden ibaretti. Çok uzaklarda geçirdiğimiz tatil, oraya ait kartpostalda gördüklerimizden ne kadar farklıysa, aşk da edebiyattaki aşktan o kadar farklıydı.

Zeus’un ayırdığı yarımız

Genellikle edebiyat ve felsefe, sevgilimizle tanıştıktan kısa süre sonra onları önceden tanıdığımızı hissettiren o meraklı duyguyla dolduğumuzun üzerinde durur. Sanki önceden onlarla bir yerde tanışmışız gibi hissederiz. Bu, önceki yaşamımızda ya da rüyalarımızda olabilir. Platon’un Sempozyumu’nda Aristophanes, bu tanıdıklık hissini, sevdiğimiz kişinin uzun zamandır aradığımız ‘diğer yarımız’ olduğu ve başlangıçta vücutlarımızın birbirine bağlı olduğu iddiasıyla açıklar. Aristophanes’e göre, tüm insanoğlu eskiden ikicinsliydi. Dört elli ve dört ayaklı bu yaratıkların aynı kafada, karşıt yönlere bakan iki farklı yüzü vardı. Fakat bu ikicinsliler çok güçlüydüler ve kibirleri o kadar fazlaydı ki, Zeus onları ikiye bölüp ayırmak zorunda kaldı; erkek ve kadın ortaya çıktı. O günden sonra, her erkek ve kadın, diğer parçasıyla tekrar bir araya gelmenin özlemiyle yaşadı. “Diğer parçamsan, bu aleti almış olamazsın” Bizi birleştiren her şeye rağmen, eşimin, Zeus’un zalim darbesi sonucu ayrıldığım diğer parçam olmadığını, aynı eve taşındığımızda satın aldığı su ısıtıcısını gösterdiği zaman fark etmiştim. Pratik ve kullanışlıydı, fakat benim nefret ettiğim su ısıtıcısı modelinin ta kendisiydi. Gerçekten birbirimize âşıksak, nasıl oluyor da benim çirkin bulduğum bir ev eşyasının güzel olduğunu söyleyebiliyordu?

Edebiyattaki, yaygın ve hiç işe yaramayan romantik efsaneleri ve mutlu aşkın, çatışmasız aşk anlamına geldiği fikrini unutmam çok az zamanımı aldı. Eşimle aramızda, zevk ve fikirler açısından birçok küçük farklılıklar ortaya çıktı. Neden ben makarnanın birkaç dakika daha kaynaması için ısrar ediyordum? Yırtık pırtık kışlık paltoma neden bu kadar bağlıydım? Niye her zaman arabayı, bir tekerleğini kaldırıma sıkıştırarak park ediyordu? Neden uykum bu kadar hafifti? O kadar az giymesine rağmen, neden bu kadar çok kıyafete sahip olmak zorundaydı?

Şükürler olsun, mizah var

Edebiyattaki ünlü âşıkların çoğunun espri anlayışından yoksun olması kesinlikle tesadüf değildir. Romeo veya Genç Werther ile şakalaşmanın hayalini kurmak bile zor. İkisi de farklı biçimlerde, aşırı duygusallar. Gülme yeteneğinden yoksunsanız; insanoğlunun dağınıklığını ve karmaşıklığını, herhangi bir birliktelikteki çelişkileri, eşinizin hiçbir zaman arabayı nasıl park etmesi veya makarnayı nasıl pişirmesi gerektiğini öğrenmeyeceğini kabul etmeniz gerektiğini, ama tüm bunlara rağmen, sevdiğiniz kişinin o olduğunu anlamakta da yeteneksizsinizdir. Mizah, doğrudan doğruya yüzleşmeyi gereksiz kılar; rahatsız edici bir durumu, eşinize basitçe göz kırparak geçiştirebilir, gerçekten konuşmaya ihtiyaç duymadan onu eleştirebilirsiniz (bu şakayla X’i sevmediğimi, kelimelere dökmeden size anlatıyorum; gülümsemeniz de ne demek istediğimi anladığınızı gösteriyor).

Çiftler için, farklılıkları şakaya dönüştürmeyi becerememeye başlamak, birbirlerini sevmeye son verdiklerinin işaretidir ya da en azından -şaşırtıcı da olsa- gerçek ve olgun aşkın büyük bölümünü oluşturan çabayı göstermek için istekleri kalmamıştır. Mizah, öfkenin duvarlarını, ideallerimiz ile gerçek arasında bir yerde durdurur. Her şakanın arkasında farklılıklara dair ipucu, hatta hayal kırıklığı bile vardır. Ama bu farklılıklar, etkisiz hale getirilir, böylelikle melodrama ihtiyaç kalmadan halledilebilir.

İçimizdekileri evliliğe taşımak

Bize romantik aşkın, Hıristiyanların aşkın duygularına yakın olduğunu hayal etmek öğretilmiş ve neredeyse evrensel bu duyguyu şöyle ifade etmemize izin verilmiş: “Seni olduğun gibi seveceğim.” Söz konusu aşk, şartları veya sınırları olmayan, kabullenişin simgesi olan aşk. Oysa en yakın çiftlerin bile deneyimlediği tartışmalar, Hıristiyanların aşkının yatak odasına geçiş dönemini sağ salim atlatamadığını hatırlatıyor bize. “Seni olduğun gibi seveceğim” cümlesinin verdiği mesaj, iki kişi arasındaki aşktan çok, evrensel aşka uyuyor. Tüm erkeklerin tüm kadınlara duyduğu, ayak tırnaklarını keserken birbirinin sesini duymayacak yoldaşların aşkına hitap ediyor. Evlilikteki aşk, içimizdeki her şeyi evliliğe taşımamızı öğretir: Heyecanı, sıkılmayı, özgürlüğü, mutsuzluğu ve bizi mucizevi şekilde terk etmeyen paniği. Bazen hâlâ işimle ilgili mutsuz hisseder, geleceğim için endişelenmeye ve arkadaşlarım yüzünden hayal kırıklığı duymaya devam ederim. Yalnız şimdi dertlerimi paylaşmak yerine, suçu yanımda yaşayan kişiye atma eğilimindeyim. Eşim sadece problemlerimin bir tanığı değil; kötü bir günde, dertlerimin sorumlusu da. Karşılıksız aşk, acı dolu olabilir ama güvenli bir şekilde acılıdır, çünkü kendiniz dışında kimseye zarar veremezsiniz. İnsanın kendi yarattığı özel bir acıdır bu. Ancak aşk karşılıklı olduğu an, pasif halinizi bırakıp başkasının canını acıtmanın sorumluluğunu almaya hazır olmak zorundasınızdır.

Aynı evi paylaşmak

Karşılıklı aşk deneyiminin başka şaşırtıcı yönleri de var. En önemli sorunlarından biri, yoğun bağımlılık hissi. Proust, Muhammed II’nin hikâyesini anlatır. Eşlerinden birine âşık olduğunu hisseden Muhammed II, başka birine karşı ruhsal bir bağımlılık ile yaşamak istemediği için eşini öldürmek zorunda kalır. Patolojik bir tepki olmasına rağmen, bu hikâye aşkın tehlikesiyle ilgili bir şeyler anlatıyor. Evlilik kısmen tehlikelidir; çünkü içinde, kendini neredeyse tamamen bir başkasının ellerine bırakmayı barındırır. Eşim ve ben tartıştığımız zamanlarda, eskiden yaptığımız gibi, kendi evlerimize gidemiyoruz. Şimdi artık sadece bir ev var. Bu sıkışık alan genelde bir ceza gibi görünse de, aslında fedakârlık kelimesini anlamamı sağlayan en iyi ortam.

Batı edebiyatının büyük bir kısmı, aşkın sonsuza dek devam edemeyeceği fikrine teslim olmuş; aşk, yokluk ve eksiklik üzerine kuruluyor, rutin ve istikrarla yok oluyor. Proust, yardımcı olmasa da, örnek teşkil eden bir şekilde şöyle yazmış:

“Bir kadınla yaşamaya başladıktan kısa süre sonra, onu sevmenize sebep olan şeyleri görmemeye başlarsınız.”

Ona göre, aşk bir yer değildir, sadece bir gidişattır ve kendini evlilikle yakar. Montaigne ise fikrini şöyle açıklamış:

“Aşkta, bizden kaçan için hissettiğimiz hummalı arzudan başka hiçbir şey yoktur.”

Aynı görüş, Anatole France’ın özdeyişinde de tekrarlanmış:

“İnsanın elinde olanı sevmesi, alışılan bir durum değildir.”

Ancak dünyevi kötümserliğin aldatıcı görünümü altında, bu yaklaşım aslında sözde ergenlik körlüğünü ihanete uğratmış oluyor. Çünkü ergenlik çağlarında, aşkın heyecanlı ve kahramansı yanı, karşılıksız olmasına dayanır. Günlük mutluluk arayışı içinse, kolay ve kahramanca olmayan bir şeylerin var olması gerekir. Şimdi farkına varıyorum ki, evlilik sıkıcı olma tehlikesiyle nadiren karşı karşıya kalsa da, basit olma tehlikesiyle hiçbir zaman karşılaşmaz. Evlilik kelimesi, banliyö ve renksizliği çağrıştırır ama içinde yoğunluk ve derinliğin karışımını saklar. Bu da edebiyatın tutkulu yapıtlarını utandıracak niteliktedir.

Alain de Botton

Bu yazı ilk olarak Tempo dergisinde yayınlanmıştır.

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu