Bir garip dönemden geçiyoruz. Kapitalist üretim biçiminden en çok faydalananlar onu ağır sözlerle eleştiriyorlar. Türkiye’de kapitalist denince akla gelen sayılı isimlerden Ali Koç, artık kapitalizm gitmeli, diyor. Yıllarca Amerikan Merkez Bankası Başkanlığı yapmış Cumhuriyetçi Ben Bernanke, Almanya’da ücretler artmalı, yazıyor [1]. Nobel Ekonomi Ödülü [2] eşitsizlik üzerine çalışan bir araştırmacıya veriliyor.
Bir garip dönemden geçiyoruz, burjuvalar kapitalizmi yeriyor. Tahmin etmek zor değil, onların yerdikleri “kapitalizm” ile Marksistlerin anladıkları çok farklı. Onlar aşırılıkların törpülenmesini istiyor. Nitelikle ilgili bir sorunları yok, nicelik onları rahatsız ediyor. Sınıflar arası eşitsizlikler çok arttı; sermaye, emeğe nazaran çok güçlendi, diyorlar. Emeğin sömürülmesi değil dertleri; sömürünün aşırılığı.
Doğru, kapitalistler kapitalizmi yıkıp, komünizme yelken açmak istemiyorlar. Ama, neden şimdi böyle bir söyleme başvuruluyor? Bu soruyu sormak durumundayız ve cevabı 2008 krizinde, daha doğrusu kriz öncesi dönemde yatıyor. Ancak buna gelmeden önce; Marx’ta kriz nasıl tanımlanıyor? Bunu hatırlamakta yarar var.
Marks’a Dönüş
Marksist iktisatta sermaye, hareket halindeki değer olarak tanımlanıyor. Sermaye, hareketine para formunda (P) başlıyor. Kapitalist bu parayı kullanarak üretimde kullanacağı araçları ve emek gücünü satın alıyor. Bunlarla iş yerine dönüyor.Böylece sermaye para formundan meta formuna (M) geçiyor. Emek, satın alınan araçları kullanarak meta üretiyor ve sermayedar buna el koyuyor. Emeğin ürettiği metayı pazara götürüyor, ürünü satıyor. Sermaye tekrar para formuna (P), ilk forma dönüyor. Tek bir farkla: İkinci durumdaki para miktarı ilk durumdakinden fazla. İşte bu fazlalığa kâr diyoruz.
Kriz, bu döngünün zorluklarla karşılaşması, yavaşlaması veya durmasına deniyor. Kapitalizmde işsizliğin artması, milyonların aç kalması kendi başına kriz yaratmıyor; kriz ancak ve ancak sermaye döngüsünün büyük ölçekte sorunlar yaşamasıyla ortaya çıkıyor.
Yukarıda bahsettiğimiz sermaye döngüsünün sorun yaşaması ise son derece muhtemel. Kapitalist, yeterince para bulamayabilir, pazarda yeterince girdi mal veya işçi olmayabilir, işçiler üretimi bırakabilir veya kapitalist malını pazarda satamayabilir. Bunların yanı sıra başka birçok sebepten sermaye döngüsü durabilir.
Ne mutlu ki (!), kapitalist düzen, bu muhtemel sorunları bir süre erteleme yetisine sahiptir. Kapitalistin yeterli miktarda parasının olmadığı durumlarda ona kredi sağlanabilir; ithalat yoluyla gerekli mal elde edilebilir; din yoluyla işçiler sömürünün olmadığına, sevap işlediklerine ikna edilebilir veya polis zoruyla “düzen” sağlanabilir. Üretilen malı kimse almazsa hemen devlet yardıma koşabilir ve bir “kurtarma operasyonu” adı altında kamunun serveti kapitalistlere aktarılabilir.
Ancak bunlar sorunu en fazla erteleyebilirler, hiçbiri sürekli uygulanamaz. Kredinin de, ithalatın da, din sömürüsünün de, polis zorunun da, devlet kaynaklarının da sınırları vardır. Bu sınırlara dayanılınca sermaye birikimi durur. Kriz zorla sistemi sınırlardan uzaklaştırır. Bir diğer ifadeyle, sermayeye içkin çelişkiler normal zamanlarda birikir ve krizler bu çelişkileri zorla çözerler [3]. Tekrarlayalım: Sanılanın aksine çelişkiler krizle ve krizde oluşmazlar. Tam tersine, çelişkiler sermayeye içkindir ve birikimin “normal”e döndüğü her an birikirler.
2008 Krizi
Bu günden yaklaşık 8 yıl önce meydana gelmiş olsa da, düzenin henüz krizden tam anlamıyla çıkamadığını, sermaye döngüsünün halen rayına oturamadığını gözlemleyebiliyoruz. 2008 krizi uzun süren bir kriz [4]. Marx’tan yola çıkarsak 2008 krizini anlamak için öncesine bakmalıyız. Bu yazıda bu krizin analizini yapmayacağız. Yalnızca kriz öncesi dönemde küresel ölçekte meydana gelen üç önemli gelişmeden bahsedeceğiz. Bunlar, eşitsizliğin önceki dönemlere nazaran çok yüksek boyutlara çıkması, varlık balonları ve finans sektörünün çok büyümesi ve spekülasyona yönelmesi [5]. Bunlar krizin çıkmasında önemli roller oynadılar. Ne var ki, bugüne geldiğimizde bu gelişmelerin yol açtığı çelişkilerin kriz tarafından çözüldüğünü söylemek güç.
Kriz Sonrası Bir Eğilim
Her kriz sonrasında düzenin ne yöne evrileceğinde sınıf mücadeleleri merkezî bir rol oynar. Ancak nasıl ki işçiler bugün birleşip düzeni eğme veya kırma mücadelesi vermiyorlarsa, kapitalist sınıf içerisinde de farklı eğilimler mevcut. Bu yazıda bunlardan birine, “iç pazar”cı olarak adlandırabileceğimiz eğilime değineceğiz. Bir potada eritmek gerekirse, Ali Koç’un, Joseph Stiglitz’in, Thomas Piketty’nin ve ABD Başkan Aday Adayı Bernie Sanders’ın [6] “iç pazar”cı olduklarını söyleyebiliriz. Şu sıralar en güçlü eğilim bu değildir; ancak hızla güçlendiğini gözlemleyebiliyoruz [7].
“İç pazar”cılık yer yer sosyal-demokrat özelliklere sahip: Eşitsizliklerin belli ölçülerde giderilmesi, finans sektörünün bir miktar denetlenmesi, sınırlı düzeyde sanayileşme ve ücretlerin arttırılması temel taleplerinden birkaçı. Yer yer özelleştirmeye biçimsel karşıtlık da barındıran bu eğilim, kapitalizmin daha “insancıl” devam etmesi gerektiğini düşünüyor.
Bir Kapitalist Karının Düşmesini İster Mi Hiç
Peki, “Ücretler artınca kârlar düşmez mi; Ali Koç’un ne işi var orada?” denebilir. Kapitalistin bütün derdi kârını arttırmak ise ücretleri arttırmanın ona ne yararı olacak?
Bunun cevabı iki türlüdür: Birincisi, ücret artışı sınıf hareketlerini bastırmak için kullanılabilir. Ali Koç’un, “Bu sistemi gönüllü düzeltmezsek, birileri zorla düzeltir.” [8] sözlerinin bu yöne işaret ettiği çok muhtemeldir.
İkincisi, ücretlerin artmasının bazı durumlarda kapitalistlerin kârlarını arttırması da mümkündür. Bu noktada tekrar Marx’a dönüyoruz: “Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile bu sömürünün realizasyonunun koşulları aynı değildir” [3]. Bir diğer deyişle, kapitalistin kâr etmesi için emeğin ürettiği metayı satması gerekir ve metanın satılıp satılmayacağı kesin değildir. Talebin hızla eridiği, üretilen malların satılamadığı durumlarda ücretlerin artması, ve daha geniş olarak “iç pazar”ın büyütülmesi kârları yukarı çekebilir.
”Yenilenmiş” Orta Vadeli Program ve Asgari Ücret Artışı
AKP sosyal-demokrat bir parti değil ; ancak revize edilmiş 2016-2018 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Program’da “iç pazar”cı eğilimi gözlemleyebiliyoruz [9]. Asgari ücret ve kamu harcamaları artacak, kredi muslukları açılacak. En başta sorduğumuz soruyu burada tekrarlayalım: Peki neden şimdi?
Toplam talebi iç ve dış talep olarak ikiye ayırdığımızda cevap kendini hemen gün yüzüne çıkıyor. İçeriye dönülmesinin sebebi, dış talebin hızla düşmesi. TÜİK’ten derlediğimiz verilerde bunu son derece net görebiliyoruz:
Grafikten görüyoruz, kriz öncesi kararlı bir biçimde artan dış talep, krizin hemen ertesinde hızla düşmüş, ama sonrasında kısa süreliğine toparlanmış. 2013 yılından itibaren ise adeta ikinci bir kriz dalgası yaşanmış ve bu sefer toparlanma yaşanacağı yerde düşüş devam etmiş, 2015 dış talepte çöküş yılı olmuş. Dışarıda satılamayan malların en azından içeride satılması isteniyor.
Sonuç
Kriz sonrası kapitalizmin sermaye birikimini nasıl düze çıkaracağı hâlâ bir soru olarak duruyor. Sorunun cevabının bulunmasında ise sınıf savaşımı merkezi bir yerde duruyor. Bu yazıda soruya verilen birçok cevaptan birine değindik. En güçlü dillendirilen cevap olmasa da son dönemde önemli ölçüde kendini duyuran “iç pazar”cı cevap Türkiye’de de karşılığını buluyor. Bitirmeden, yazıda görece ihmal edilen iki noktaya değinmekte yarar var: Birincisi, Türkiye kapitalizminin yaşadığı sorunlar başka ülkelerde de vuku buluyor, 2008 krizinin etkileri hissediliyor. İkincisi ise, ücret artışı, kapitalizmde iç talebi arttırma yollarından sadece biri. Bunun haricinde birçok yol bulunuyor. Sınıf ve sol zorlamadıkça kapitalistlerin özel olarak ücret artışını savunmaları için hiçbir sebep bulunmuyor. Türkiye’de bu yola gidilmesi birçok şey anlatıyor.
Doruk Cengiz / İleri Haber
Dünyalılar