Arka Bahçemizmanşet

Laiklik Zarurettir

Laiklik Zarurettir[*]

TEMEL DEMİRER

“Sekülerizmde gizem, maskaralık,

rahipler, seremoniler, sahtelik,

mucize ve cezalandırma yoktur.”[1]

hitler_incil

Laikliği yeniden konuşmak zorundayız. “Olmazsa olmaz” bir kaçınılmazlık olarak acil gündem maddesidir laiklik meselesi…

Kimileri “olmayan” ya da “olduğu kadar”ıyla “Laikliğe ‘El Fatiha’…”[2] derken; “Türkiye laik değil”[3] saptamasına mündemiç realiteyle yüz yüzeyiz…

“Laikliğin gerekliliğinde ve öneminde çoğunluk mutabık, ama laikliğin sınırları nedir, neleri kapsar, neleri dışlar, netlik kazanmalı”[4] ya da “BHH’nin (Birleşik Haziran Hareketi) ‘laik ve bilimsel eğitim’ sloganı niçin yanlıştır; karşı devrimcidir ve gericidir?”[5] veya “Dünyayı sadece laiklik ve hümanizm kurtarabilir,”[6] abartıları/eğip bükmeleri ve kestirip atmalarıları bir kenara iterek gerçeklere kafa yormakla mükellefiz!

Kolay mı?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 6. Din Şûrası’ndaki konuşmasında, “İslâm bize göre değil, biz İslâma göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz.”[7] “Din, kişinin hayatına nüfuz etmezse, kişi zamanla yapıp ettiklerini dinleştirme yanlışına düşer. Bunun için İslâm bize göre değil, biz İslâma göre hareket edeceğiz… İslâm ümmeti zamanla bir araya gelme, ortak iş yapma, sorunlarına müşterek çözüm üretme zeminlerini de kaybetmişlerdir,”[8] dediği…

14 Aralık 2019 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ‘Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu tarafından Faizsiz Finans Kuruluşlarının Denetimini Yürüten Denetçiler İçin Etik Kurallar’ın içeriğinde Şer’i hukukun referans alındığı…[9]

Akit TV sunucusu Fatih Dağıstanlı’nın Ayasofya’nın ibadete açılmasının ardından, “Bunun arkasına bir hilafet gelmeli,” diye haykırdığı…[10]

Vb’leriyle, vd’leriyle biçimlenen tabloda, bir kez daha vurgulanmalı: “İslâm dininin hayatın tüm alanlarını kuşatan, kucaklayan, kurallar yasaklar manzumesi olduğuna” işaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ticaretten beşeri münasebetlere, eğitim öğretimden evliliğe, temizlikten kılık kıyafete, yaşantının her safhasını düzenleyen bir dine inandıklarını” dile getirip, “Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz,”[11] tavrını net biçimde ortaya koyuyor…

Hiç kuşku yok; çok önemli bir eşikteyiz! Belki de bu eşik aşıldı bile…

“Nasıl” mı?

“Baro sistemi değişti. Ayasofya ibadete açılıyor. Sosyal medyanın kapatılması veya yakından denetlenmesi için hazırlıklar başladı. Böylece Türkiye’de, siyasal İslâmın yaklaşık 17 yıldır ilerleyen ‘pasif karşıdevrimle restorasyon’ sürecinde önemli bir eşik daha aşıldı…

Ayasofya’nın ibadete açılmasına ilişkin kararda ve Cumhurbaşkanı’nın tarihsel konuşmasında bugüne kadar görülmemiş bir açıklıkla ortaya konulmuştur.

Cumhurbaşkanı, tarihsel konuşmasında, Ayasofya’yı müzeye dönüştüren kararı yalnızca ihanet olarak nitelemekle kalmamış, bu kararı alanları, Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesindeki, ‘En büyük haramı işlemiş ve günahı kazanmış olur… Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun… Azapları hafiflemesin, haşr gününde yüzlerine bakılmasın’ ifadelerinden hareketle lanetlemiştir.

Şimdi, bu karardan, konuşmadan sonra ülke yeni bir durumdadır: Osmanlı İmparatorluğu’nun bir yasası, bir Sultan’ın aldığı bir karar, Cumhuriyetin almış olduğu bir kararı bugün iptal edebiliyorsa, bir başka Sultan’ın, örneğin Halifeliği Osmanlı İmparatorluğu’na getiren Yavuz Sultan Selim’in kararı, yarın halifeliği kaldıran kararın iptal edilmesine neden gerekçe gösterilemesin? Ya da Abdülhamit’in Meclis’i kapatma kararı canlandırılarak mutlak monarşi ilan edilmesin? Tabii ki bunlar bugün siyasal İslâmın fantezileridir. Ama bunların fantezi olması içlerinde gerçeklik payı olmadığı anlamına gelmez.”[12]

Çünkü “Hayrola, laiklik mi dediniz?!”[13] noktanın ötesindeyiz artık ve daha da önemlisi, “Türkiye’de laiklik yoktur demek kolay. Ama bunu söyleyenlerin bu cümlenin (hükmün) sonuçlarını da dikkate alması gerekiyor,”[14] uyarısının muhatabıyız!

Sadece coğrafyamızda değil; yerkürede de böyle bu!

* * * * *

Elinde İncil’iyle kilise önlerinde poz veren Trump’tan, Nicolas Sarkozy’li, Emmanuel Macron’lu Fransa’ya, ya da Almanya’da Angela Merkel’e…

Washington’ın ‘Dini Özgürlük Raporu’nda, laikliği koruyan düzenlemeler topa tutulurken;[15] Almanya Başbakanı Angela Merkel, Papa XVI. Benedict’in ziyareti öncesinde Hıristiyanları laikliğe karşı birleşmeye çağırıp, “Gittikçe artan laiklik karşısında Hıristiyanların birliğini sürekli olarak vurgulamanın önemli olduğunu düşünüyorum,” dedi.[16]

Ve “Laikliğin Kalesi” sayılan Fransa’da eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, “Laikliğin, Fransa’yı Hıristiyan köklerinden ayırmaya gücü yoktur. Bunu yapmaya kalkıştı. Yapmaması gerekirdi. Tarihinin dini, manevi ve ahlâki mirasını görmezden gelen bir milletin kendi kültürüne karşı suç işlediğini düşünüyorum. Kökü çekip atmak, milli kimliğin çimentosunu zayıflatmaktır,”[17] derken; ardılı Emmanuel Macron da, ‘Fransa Piskoposlar Konferansı’ndaki konuşmasında, “Devletle Kilise arasında ilişkilerin tahrip edildiği izlenimi” taşıdığının altını çizip; iki tarafın bu ilişkiyi “tamir etmesi” gerektiğini söyleyip, “Fransa tarihini beslemiş ve ulusumuzu yaşatmaya sürekli katkıda bulunması gereken Katolik özsu”ya vurgu yaparak, “Katoliklikle Fransız ulusu arasındaki yıkılmaz bağları” kutladı![18]

Laiklik ilkesinin Cumhuriyet rejimine, anayasanın temel hedeflerine, insan hakları beyannamesine nüfuz ettiği, 1789 Fransız Devrimi’nde kiliseyle sert mücadelelerin yaşandığı ve 1905 yılında din ve devlet işlerinin kesin olarak ayrıldığı[19] Fransa’da en üst düzey yetkilisinden gelen bu çıkışlar bir sinyaldi…[20]

* * * * *

 “Laiklik” deyip geçilemez…

O sadece bir değer sisteminden ibaret değildir. Laiklik, temel bir yapıtaşı, öznel değer yargıları ile hukukun ilkelerini birbirinden ayırmanın yoludur.

Malum olduğu üzere uygarlık tarihi boyunca, egemen sınıflar ile devletleri zaten her zaman laikti. Din ile dünya işlerini hiçbir zaman karıştırmadılar. Yönetici sınıflar için din, dünya işlerinin bir gereğiydi. Ekonomiyi ve devleti yönetmek için dine ve Allah’a gerek yoktu; ama halkı yönetmek için vardı! Din, nasıl Marx’ın deyimiyle “halkın afyonu”ysa, laiklik de halkın uyanışıdır; “dünya işleri”ne “kendisi için” talip olmasıdır. Laikliğin “din ile devlet işlerinin ayrılması” biçimindeki tarifi, aslında dinî değil, laikliği sınırlamak için yapılmıştır. Günümüz koşullarında devleti bile koruduğu şüphelidir![21]

Her ne kadar Erdoğan laikliği her zaman “devletin her dine eşit mesafede olması” olarak tanımlasa da, bir ülkede farklı dinlere (veya mezheplere) eşit mesafede durabilmek hangi koşullarda mümkün olabilir? Laikliği, “devletin her dine eşit mesafede durması”ndan ibaret olarak tanımlamak, bir yanıltma girişiminden başka bir şey değildir. Kaldı ki böyle bir “mesafe”yi ölçecek (nesnel) bir mikyas da yoktur!

Doğru tanımıyla laiklik, dinin siyasetten ayrılması, ayıklanmasıdır. Bu kavramın en kısa tanımı budur. Daha açık olarak ifade edildiğinde, laiklik, dinlerin kamusal ilişkilerde (toplumun ortak yaşamını ilgilendiren ilişkilerde) hiçbir rolünün ve etkisinin olmamasıdır. Bu ilkeye dayanan hukuk, laik yaşam tarzını biçimlendirir.

Öte yandan, kimilerinin (laikliği karikatürize edecek tarzda) “iddia” ettiği gibi “Laikçilik” diye bir şey yok. Laiklik ya vardır ya yoktur; laiklik kılık kıyafet tartışması değildir; bir yaşam tarzı sigortasıdır.

Ya da her şeyi özetleyen bir betimlemeyle laiklik “kadın”dır ya da kadın (“la laicità è donna”) demektir.[22]

Evet kadim Yunan’dan mülhem kavramın etimolojisinde de zaten insan vardır: “Laikos = Halk”…

Sözcük kökenindeki “laicos”; bir “devlet aygıtı” ya da “devlet bürokrasisi” anlamına gelmiyor.

“Ayos/agios” olarak ifade edilen “kutsal”dan ayrışan, gereğinde ondan mesafe alan/alabilen… “halka ait olan” anlamını içeriyor. Yani “kutsala ait olmayan”, “insana ait olan” demek oluyor. Özetle “dünyevileşeni”, “dünyevi olanı” ifade ediyor.

Tayyip Erdoğan, “kişiler laik olmaz, laik olan devletlerdir” diye dursun, “Kişi/insan”ı içermeyen bir “dünyevileşme” mümkün olabilir mi?

Laikliğin özünde kısacası -yerleşmiş hiyerarşinin her türlüsünü red eden- “özgür birey” var.

Laiklik, başka deyişle “özgürlüğün” diğer adı oluyor ki, bu da aydınlanma ve ayırtına varmayla ilintilidir.

Kadim Roma’da din adamlarına “Clerici”, din adamı olmayanlara da “Laici” adı veriliyormuş. Fransızcadan Türkçeye geçmiş olan “laik” sözcüğü, “din adamı olmayan kimse, din adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir.

Aydınlanma, XVII. ve XVIII. yüzyılda Batı Avrupa’da ortaya çıkan, toplumsal düşünce tarihinde önemli bir dönüm noktasını ifade eden ve kökleri önceki yüzyıllardaki Rönesans ve reformlara dayanan bir harekettir. Voltaire, d’Alembert, Hume, John Locke, Jean Jacques Rousseau ve ardılları Saint Simon, Auguste Comte gibi birçok düşünür tarafından toplumsal örgütlenme, eşitlik, özgürlük, rasyonel düşünce (akılcılık), ilerleme, cehaletin yerine bilimsel bilginin yer alması, dünyayı anlama yolu olarak batıl ve doğaüstü inancın reddine dayalı bir düşünce hareketidir.

Immanuel Kant’ın deyimiyle “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.” 

“Aydınlanmış düşünceye, laik, ussal ve ilerici bir bireycilik egemen olmaktaydı. Bireyi, zincirlerinden; hâlâ dünyanın dört bir köşesine gölgesi düşen ortaçağın cahil gelenekçiliğinden, (‘doğal’ ve ‘ussal’ dinden ayrı olarak) kilisenin hurafelerinden, insanları doğuma ve ilgili başka ölçütlere göre alt ve üst olarak hiyerarşiye ayıran usdışılıktan kurtarmak, Aydınlanmanın başlıca amacıydı. Özgürlük, eşitlik ve (bunları takiben) bütün insanların kardeşliği, onun sloganlarıydı.”[23]

Aklın özgürleştirilmesi ve eleştirel bir nitelik kazanması olarak tarif edilmesi de mümkün olan laiklik, ne yazıktır ki, bugünlerde birçok tarifi olan içeriği boşaltılmış bir kabuğa dönüşmüş hâldedir.

Bunlardan en kolayı, din-devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır biçiminde yapılan tanımdır. Oysa, laiklik bunların ötesindeki temel üzerinde yükselir.

i) Dinin devlet işlerine, devletin de -genel kamu düzeni dışında- din işlerine karışmaması ve hiçbir yükümlülüğü olmamasıdır.

ii) Dinî kuralların kaynak ve referans olarak, evrensel hukuk kurallarına ikame edilmemesidir.

iii) Kamu alanının, dinin toplumu etkilemesine olanak tanıyan simgelerinden arındırılması, dinin toplumu etkilemesine kesinlikle imkân tanınmamasıdır.

Laiklik, devlet yönetiminde, kanun düzenlemesinde ve kamu hizmetlerinde “dinî bilgi” ve “din bilgini”nin esamisinin okunmaması ve “laik” halkın siyasal-hukuksal düzenlemede belirleyici olması durumudur… Böylece laiklik, kişi katından devlet katına siyasal-hukuksal bir olgudur…

Tekrar pahasına, basitçe ifade edeyim: Laiklik, devlet kurumlarının, hukukun, kamu yönetiminin din kurallarından, dinsel düzenleme ve kurumlardan ayrılmasıdır. İlkenin bir uzantısı gereği, devlet de din işlerine karışmamalıdır. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı, elbette laikliğe aykırıdır.

Söz konusu çerçevede demokrasi, tarihsel olarak sekülerleşmenin çocuğudur. Bu nedenle laiklik olmadan demokrasinin olabileceğini ileri sürmek olguların doğasına aykırıdır…

Kaldı ki laiklik olmadan demokrasiler yaşayamaz. Laiklik, bir eşitlik ve demokrasi sağlayıcısıdır, teminatıdır. Ve de unutulmamalıdır ki, siyasi demokrasi, düşünsel ve sosyal sekülerleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu gerçeğin ayırdında olmayanlar, laiklik olmadan demokrasinin var olabileceğini sanıyor, “varsayıyor”lar!

İşte bu tabloda laiklik tartışmaları devreye sokuluyor.

Malum moda üzere “liberal solcu”lar dinci kesimi pohpohlayıp, laikliği de gereksiz, hatta zararlı bir gayretkeşlik sayan tavır içindedirler.

Örneğin Hürriyet’te Orhan Pamuk’un bir konuşmasına yer verilmiş: “Laiklerin demokrasiye çok saygıları yok!”[24] (Kim bu laikler, gerçekten laik sıfatına layıklar mı?)

Kaldı ki dincilerin demokrasiye saygısı ne kadar? Orhan Pamuk bundan pek söz etmezken; “kutsal kitaplar”a, “tanrı buyrukları”na dayanan bir “demokrasi”nin mümkün olup olamayacağından söz etmiyor!

Laiklik demokrasi için zorunludur, fakat yeterli değildir. Laikliğin (eskilerin deyişiyle) “mefhumu muhalifinden” hareket edecek olursak akla ilk gelen soru şu olur: “Teokratik bir demokrasi mümkün müdür?”

“Teokrasiyi, din adamlarının, bir ülkeyi dinî kurallara dayanarak yönetmesi” olarak tanımlarsak, teokrasilerin tanımları gereği demokratik olamayacaklarını kabul etmek gerekir.

Din adamlarının dine dayanarak yönettikleri ülkedeki yönetim biçimine “demokrasi” diyemeyiz, çünkü yasalar halkın iradesine ve isteğine göre yapılmamakta, kutsal metinlere ve ilâhi güçlere dayanılarak ülke yönetilmektedir. Teokraside başlıca rolü oynayan din adamları da halk tarafından seçilmemekte, din adamları şuralarınca seçilmektedir.

Laiklik ve demokrasi, birbirlerini dışlayan, yok eden kavramlar değil, aksine birbirlerini bütünleyen kavramlardır; böyle olmalıdır.

* * * * *

İktidarın din referanslı uygulamalara hız verdiği güzergâhta laikliğin -tartışmasız- önemi daha da artarken; dönemin Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın, “Anayasada müdahaleci laiklik var,”[25] saptaması beterin beterini devreye sokmaktan başka anlam taşımamaktadır.

AKP’li kesitte haklar ve hukukun yerine “tevekkül”ün (Allaha teslim olmak, sığınmak) öne çıkartıldığı; Diyanetin devasa bir iktidar odağına dönüştürüldüğü; eğitim ile toplumsal yaşamın dinî inanç ya da dinî kurallara göre tanzim edilmeye kalkışıldığı tabloda laiklik, sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak değil, kişisel bir alan olan inanç alanının ve dinsel etkinliklerin, devlet ve ekonomik yaşamdan ayrılması, devlet yönetiminin hiçbir şekilde dinsel esaslara ve güce dayanmaması, devletin bütün inançlar karşısında tarafsızlığı olarak ele alınmalıdır.

Ancak heyhat! Anayasa Mahkemesi’nin, “Katı laiklik anlayışına göre din, bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgudur. Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumu ise dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu tespitinden yola çıkmaktadır. Bu laiklik anlayışı, dini sadece bireyin iç dünyasına hapsetmemekte, onu bireysel ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olarak görmekte, toplumsal görünürlüğüne imkân tanımaktadır,” formülündeki “Laikliğin özgürlüklere kıydırılmasına olanak tanımamak!” kararı (No: 1989/12) ile[26] laiklik (olduğu kadarıyla ya da ne kadar idiyse!) rafa kaldırıldı. Çünkü dikkat edilirse, AYM bu kararıyla dinsel inanç ve pratikleri kamusal alana taşırken, bunlarla kamusal yaşam ve aygıtlar arasındaki sınırları kasten muğlaklaştırmaktadır.

Bu çerçevede bir yaşam tarzı (ve sigortası) olarak laikliğin ısrarla -döne döne- savunulması, demokrasinin temeli olduğunun sıklıkla vurgulanması ivedi olarak gereklidir.

“Çocuklar namaza yetişemiyor cuma resmi tatil olsun”, “Kadın evde otursun, kahkaha atmasın, üç beş çocukla kariyer yapsın,” vb’i çığırtkanlıklarla bir yaşam tarzı olaraklaikliğin boşa çıkartılmak istendiği düzlemde, “Laiklik Batılı bir fenomen değil, modernitenin bir koşuludur,”[27] diyen Samir Amin’in uyarısı unutulmamalıdır.

Yazının devamı…

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu