Sizin babanız sizi hiç kolunuzdan tutup, dikenli tellerin ötesine fırlatmaya çalıştı mı?
Sizin anneniz sizi hiç kucağına alıp mayın tarlalarından koşarak sınır ötesine kaçırdı mı?
Sizin babanız sizi hiç sırtlayıp kilometrelerce yol yürüdükten sonra durdurulduğu noktada, sadece “bir yudum su” diye yabancı bir ülkenin askerlerine diz çöküp yalvardı mı?
Sizin anneniz savaştan kaçarken elinden düşürdüğü için ölen çocuğunun cesedini saatlerce kucağında salladı mı?
Onların anneleri babaları bunların hepsini yaptı.
Ve biz kör olduk.
Daha önce nice savaşlara sağır, nice savaşlara dilsiz olduğumuz gibi.
O çocuklar bu vahşetin içinde ölmez de büyüyebilirlerse, bu korkunç günlerin hikâyelerini torunlarına anlatacaklar.
O hikâyelerin bizim dedelerimizin ve ninelerimizin ve onların dedelerinin ve ninelerinin ve daha daha önceki nesillerin korkunç hikâyelerinden zerre kadar farkı olmayacak.
Kazanılsın veya kaybedilsin, hiç fark etmez, her zaman, her coğrafyada, tüm farklı ırk, din veya mezhep arasında yaşanan savaşta, hep aynı şey olur.
Savaşı askeri, ticari ve politik akıllar bir olup çıkarır; savaş bittiğinde onlar değil insanlık darbe alır.
Sonra birileri bu darbelerin kitaplarını yazar, filmlerini çeker.
Ve o kitaplarda, o filmlerde sanki her şey kötü bir rüyaymış da uygarlık o rüyadan artık uyanmış gibi hikâyeler anlatılır.
Nihayetinde bu yüzleşmeler hiçbir işe yaramaz.
Devletler ve ekonomiler ve o vahşi sistemler yeni savaşlar çıkarmaya devam ederler.
Sorun, seyrettiği filmlerde ve okuduğu romanlarda, hatta canlı canlı izlediği televizyon haberlerinde savaş yüzünden yaşanan dramlara ağlayan insanla;
Onun vicdanını ve bir diğerinin mağduriyetini hiç umursamayan bu vahşi sisteme onay veren insanın aynı insan olmasındadır.
Hukukla meşrulaştırılmış devlet politikalarının gerçek yüzü ya da iktidarları ayakta tutan savaş ekonomisinin vahşi talepleriyle; o dinlediği, okuduğu, izlediği hikâyelerdeki dramlar arasında bağ kuramayan insan, bu aymazlığı yüzünden tüm savaşların hem mağdurudur hem suçlusu.
Sistem onun vicdanını, savaş zamanı ölü annesinin memesini emmeye çalışan bir bebeği gördüğünde acı gözyaşları dökmeye; aklını da, savaş denen vahşetin hukukla da onaylayan meşruluğunu kabul etmeye çoktan ayarlamıştır.
O yüzden ne sisteme boyun eğen insan matah bir şeydir;
Ne de sistemin dramatize ettiği insanlık, sanıldığı kadar kutsal bir şey.
İnsanlık, mevcut haliyle baştan sona rezil bir şeydir.
Sistematik bir şekilde savaş çıkarılmasına göz yumar;
Zorunlu askerliği olağan, askerlik karşıtlığını vatan hainliği sayar;
Savaş ekonomisinden beslenmeye itiraz etmez;
Savaşın sonuçlarından medet umar;
Lehine sonuçlanan savaşları mutlak başarı olarak madalya gibi göğsüne asar.
Ve sadece teoride koşulsuz vicdan yapar; iş pratiğe gelince savaşta ölen, yaralanan, sürgün edilen, sefil olan halkların durumunu mantık süzgecinden geçirip, önce kendi konumunu tartar, sonra onlar için eğer gerekiyorsa ağlar.
Netice hiçbirimiz masum değiliz.
Sadece babamız bizi hiç kolumuzdan tutup, dikenli tellerin ötesine fırlatmaya çalışmadığı için şanslıyız.
Ama bu şans, bizim de çocuğumuzu bir gün kolundan tutup bir dikenli telin ötesine fırlatmak zorunda kalmayacağınızın garantisi değil; aksine tehdidi.
Çünkü gözümüzün önünde olanlara yine kör, sağır ve dilsiziz.
Oysa tüm olan bitenin sorumlusu, bu sisteme ısrarla onay verdiğimiz için her zaman biziz.
Mine Söğüt
Dünyalılar