Çocukluğumdan itibaren cinsiyetçi koşullanmanın sonucu mudur bilemesem de en sevdiğim renk maviydi. Sonra maviden sıkıldım ve pembenin sihrini keşfettim, ama “erkeklik duvarı”na toslamam çok zaman almadı.
“Pembe’nin bir erkek için ne derece “yıkıcı” bir renk olduğunu on yıllar öncesinde nefis bir pembe tişörtle insan, daha doğrusu “erkek” içine çıkınca karşı karşıya kaldığım alaycı baskıyla öğrenmiş biriyim.
Bugün pembe renk, erkek dünyasında (özellikle gömlek- kravat tercihi olarak) eskisi kadar “tu-kaka” edilmiyor belki, ama o yine de bir risk faktörü. Bir televizyon programına çok sevdiğim pembe gömleğimle çıktığımda ne söylediğimden çok ne giydiğimin içerisinde yer aldığım “akademik” erkek oymağında nasıl mesele yapıldığını ve toplu bir eğlenceli “yazık” lama ayinine maruz kaldığımı hatırlıyorum mesela!
Gençliğimizden orta yaşlılığımıza peşimizi bırakmadı şu “pembe sendromu” vesselam…
Pembe, malûm, erkeğe değil kadına uygun sayılan bir renk. O, kadını, mavi ise erkeği simgeliyor. Ve çok küçük yaşlardan itibaren kız çocuklarına pembe giysiler, eşyalar, araç-gereçler alınırken oğlanlar için tercih, maviden yana yapılıyor.
Böyle koşullanıyor ve alıştırılıyoruz erkeğin mavi, kadının ise pembe rengin taşıyıcısı olduğu, olması gerektiği düşüncesine...
Kadında maviyi çok fazla dert etmesek de erkekte pembeyi ciddi sorun yapıyoruz. Erkekte pembe, bir uçta feminenlik, öbür uçta “gey”lik iması, imajı ve işareti oluşturuyor. (İngiltere’de kozmetik endüstrisi bünyesinde erkek eşcinsel tüketicinin finansal katkısını anlatmak için kullanılan “pink pound” tabirini de burada tekrar hatırlayalım!)
Ama bizim koşullanma, alıştırılma diyerek esasen “kültürel” olduğunu ileri sürdüğümüz bu renk sembolizminin aslında “doğal” olduğunu ileri sürenler de mevcut. Misal, bir gazetede göze çarpan şu haber:
“Güney Koreli fotoğraf sanatçısı Jeong Mee Yoon ‘Pembe ve Mavi’ isimli projesiyle, kız ve erkek çocukların renk seçimine ışık tuttu. Birçok çocuğu odalarında eşyalarıyla fotoğraflayan Yoon, hiçbir kültür ve ırk farkı gözetmeksizin kızların pembeye, erkeklerin maviye yöneldiğini belgeledi.” (Sabah, 15 Eylül 2010).
Tabii bu “belgelemenin” gerçekten tüm insanlık üzerine hüküm verecek genişlikte olup olmadığını haberden öğrenemiyoruz. Kalahari Çölü “Kung San”ları, Kutup “Eskimo’ları, Avustralya “Aborijin”leri veya Amazon “Yanomamö”leri bu belgelemenin kapsamında mı değil mi, orası meçhul. Ama haberin devamında bu cinsiyet endeksli renk sembolizminin “doğal”lığı iddiasıyla hayli çelişkili şu bilgi yer almakta: “Yapılan araştırmalara göre, ilk kez 1914 yılında ABD’de bir gazetenin annelere, kız çocuklarına pembe şeylerin yakıştığı tavsiyesinde bulunduğu öne sürülüyor. Erkek çocukları için de mavi rengin Birinci Dünya Savaşı sonunda öne çıktığı tahmin ediliyor.”
Haberdeki bu sözler, bizi “Pembe-Mavi” sembolizminin doğal bir “ayrım”dan çok kültürel bir “ayrım(cılık)” olduğu görüşünde ısrar etme yoluna yeniden sokuyor. Söz konusu renk atfının aslında hiç de masum olmadığı, “seksist” (cinsiyetçi) bir temele dayandığı, bu nedenle de sosyo-politik, belki daha da doğrusu “sekso-politik” bir perspektiften yorumlanması gerektiği düşüncesini pekiştiriyor.
Bunu yapmaya çalışalım!
“Pembe-Mavi” ayrıştırması, kadınla erkek arasındaki (erkekten yana) eşitsiz farklılaşmanın, bunu “norm” haline getiren ataerkil sistemin ve bu sistemi pekiştiren erkek cinsiyetçiliğinin bilinçdışı ama en etkili şartlandırmalarından biridir.
Dünya üzerinde en çok göze çarpan renk hangisi sorusunun cevabı açık: Yeryüzünün dörtte üçünü oluşturan denizler mavi; gökyüzüne gözümüzü çevirdiğimizde gördüğümüz renk mavi; uzaydan baktığımızda dünyanın rengi mavi…
Mavi, dünyanın ve hayatın rengi olarak çıkıyor ortaya. Dolayısıyla erkeği bu renkle simgelemek hiç de tesadüfi değil gibi geliyor bana…
Erkeği ev-dışının, uzak diyarların alabildiğine özgür havasına layık gören ataerkil yapılanma, kadına ev-içinin sınırlayıcı, kısıtlayıcı, mahpus havasını reva gördü binlerce yıl… Günümüzde bile tamamen aşılamamış bir ayrım bu: Kadın ve ev (içi), erkek ve (dış) dünya…
Bugün kadın-erkek eşitliği konusundaki tüm hassasiyete ve feminist mücadeleye rağmen dünya üzerindeki sermayenin yüzde 99’u hâlâ erkeklerin elinde.
Tarihi hep erkekler “yaptı”. İnsanın, insanlığın cinsiyeti “erkek” (insanoğlu”, ademoğlu”, İngilizce “mankind”, vs.)… Hayata yön verenler de hep erkek oldu: Hiç kadın peygamber yok; hemen hiç kadın filozof yok; hiç denecek kadar az kadın âlim- bilgin var.
E, daha ne olsun: Bu dünya erkeğin dünyası olunca onun rengi başka kime uygun düşer ki?
Ve dünya hayatından, insanlık serüveninden dışlanmış, ev-içinin parantezinde yaşayan kadının “hayaller”inden başka nesi olabilir ki? O yüzden de yumuşaklık kadar hayallerin de rengi olan pembeden başka onun halini (hali pürmelâlini) daha iyi ne simgeleyebilir ki?
Sözün özü: Mavi, hayatın, pembe ise hayalin rengi… Ve erkek “masmavi” hayatı alınca, kadının payına “pespembe” hayaller kalıyor. Eşitsizlik de böylece inanılmaz anlamlı bir renk sembolizmiyle meşrulaşıyor. Bunu sarsacak girişimler, erkeğin pembeye meyli örneğin, hâlâ hiç de yabana atılamayacak alay ve aşağılama yollu eril-politik yaptırımlara uğruyor.
Hayatım buna örnek: Çocukluğumdan itibaren söz konusu cinsiyetçi koşullanmanın sonucu mudur, değil midir bilemesem de en sevdiğim renk maviydi gerçekten… Sonra maviden sıkıldım ve pembenin sihrini keşfettim, ama işte yukarıda zikrettiğim üzere “erkeklik duvarı”na toslamam çok zaman almadı.
Şimdilerde en çok tercih ettiğim ise turuncu ya da diğer adıyla portakal rengi… Belki de ataerkillikle “içten çatışma” sürecinde hâlihazırda vardığım nokta bu.
“Portakal, orda kal” yani!
* Bu yazı, Tayfun Atay’ın “Çin İşi Japon İşi, Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine Antropolojik Değiniler” kitabından alınmıştır. İletişim Yayınları, 2012