Çevre

Nehirler foseptiğe dönüştüğünde torunlarımız bizi lanetleyecek!

‘Nehirler foseptiğe dönüştüğünde torunlarınız lanetleyecek!’
‘Doğaperest’ olarak anılan Prof. Dr. Ali Demirsoy’dan ezber bozan HES dersleri…ali demirsoy

İlk olarak bir tanımı düzelterek konuya başlayalım. Her ağzını açan, ilk olarak yenilenebilir enerji kaynaklarımızı devreye sokmalıyız diye söze başlıyor ve örnek olarak da hidroelektrik santrallerinin kurulmasını savunuyor. Bir defa şunu öğrenmemiz gerekiyor. Önüne bir set çekmek suretiyle (barajla) yapılan hiçbir hidroelektrik santrali yenilenebilir enerji kaynağı değildir. Aynen, kömür, petrol ya da doğal gaz gibi tükenen enerji kaynağıdır. Nasıl ki, canlıların jeolojik dönemlerde naaşlarından oluşan bu karbonlu kaynaklar kullanıldığı zaman tükeniyorsa, su güzergâhlarında jeolojik dönemlerde aşınma ile oluşan ve enerji elde edilmesini sağlayacak yükseklik farkı da, aynen petrol, kömür, gaz gibi tükenir. Çünkü çevrenin durumuna göre, bu setin arkasında kalan ve belirli mevsimlerde büyük miktarlarda gelen suyun depolandığı set arkası hacim, er ya da geç çökeller ile dolarak, bir bataklık haline geçer. Su depolama yetisi yitirilir. Düzenli enerji elde etme şansı hemen hemen yok olur. Su depolama gücü ortadan kalktığı için havzaya düşen suyun büyük bir kısmından yararlanma şansı ortadan kalkar.

Örneğin yanılmıyorsam, Fırat nehrinden nisan-mayıs-haziran ayında gelen su miktarı (7000 metreküp/saniye), en az aylarda gelen su miktarından (70 metreküp/saniye) 70 kat daha fazla imiş. Yani Keban, Karakaya ya da Atatürk barajlarının esas kaynağı bu üç ayda gelen sudur. Bunu depolama gücünü yitirdiğiniz an, bu barajlar birer pahalı duvar olarak kalacaktır. Keban Barajının su depolama ömrünün, yapılışından bu yana 40 sene geçmeden yüzde 60 oranında düştüğü söyleniyor. Geriye sadece bataklığa dönmüş bir vadi ile bunları hesapsız kitapsız devreye sokan kişilere verilen ‘Barajlar Kralı’ adı kalacaktır.

Türkiye topraklarının yüzde 90’nın hatta daha fazlasının deprem tehdidi altında olduğu biliniyor. Bu şu demektir: Uçaktan baktığınızda, sarı step içinde gördüğünüz kama şeklinde yeşil çizgi ve uzantılar, kural olarak geçmişteki bir depremin oluşturduğu fay hatlarıdır. Çünkü fay kırığı derin toprak oluşumuna ve yandaki yükseltilerden de su kaynakları almaya izin verir. Bunun çok net açıklaması: Anadolu’da yazın gördüğünüz yeşil vadilerin hemen hepsi birer fay kalıntısıdır. Suların hemen hepsi bu fay kırıklarını izledikleri için ve yukarıdan ve yanlardan gelen alüvyonlarla derin toprak yapısı oluşturdukları için bugüne kadar Anadolu halkını besleyen zengin ve bereketli toprakları oluşturmuşlardır. Bu toprak zenginliği, aynı zamanda çevrelerinde zengin yerleşim yerlerinin kurulmasına zemin hazırlamıştır (geçmiştekiler bizden galiba daha akıllı ve sorumluluklarının bilincinde olduğu için, kural olarak vadilerin tabanına yerleşmemiş, zengin toprakları tahrip etmeden, yerleşimlerini yamaçlara kaydırmışlardır).

Birkaç on, bilemedin birkaç yüz yıl boyunca size sınırlı enerji sağlayacak bu setler için, en verimli topraklarınızı geriye dönüşsüz olarak yitirmeyi göze alıyorsunuz, o güne kadar tarihin saklı olduğu eserleri suyun ve toprağın altına gömüyorsunuz (kurtarmak için göstermelik bir iki girişime karşın); kıyı erozyonu ile yıkımı daha da artırıyorsunuz; akarsuya uyum yapmış birçok canlı türü ile o vadide bulunması olası olan, yalnız oraya özgü bitki ve hayvanları büyük bir olasılıkla yok ediyorsunuz, özellikle yumurtlamak için göç eden canlıların yollarını tıkıyorsunuz.hes

Sular aynen canlı gibidir; eğer yetirince oksijen almazsa o suyun kalitesi bozulur; canlıların yaşama şansı ortadan kalkar. Buna biyolojik olarak ölü su deriz. Nedeni şudur: Su ortamları ana alıcı ortamlar olduğu için er ya da geç organik maddeler bu ortama ulaşır. Suyun canlılar için sağlıklı kalabilmesi için bu ortamlara ulaşan organik malzemenin yıkılarak temel moleküllere dönüşmesi gerekir (dekompozisyon). Böylece hem yeni oluşumlara temel besin maddesi sağlanmış olur hem de organik madde ortadan kaldırılmış olur. Bunu bakteriler başta olmak üzere, çoğunluk bir hücreli canlılar gerçekleştirir. Burada birbirini izleyen iki yol vardır. İlk olarak organik malzemeyi vücudunun içine alarak glikoliz dediğimiz bir yıkıma uğratan ve oksijene gerek göstermeyen canlılar bu işi yapabilir. Ancak bu eylemin sonunda pürivik asit oluşturulduğu ve su ortamına verildiği için suyun kalitesi bozulur ya da bir ileri evrede metan gazı çıkaracak tepkimelere uğratıldığı için su ortamı bir çeşit zehirlenir.

İşte, durgun sularda ve barajların özellikle kanalizasyon bağlanmış yerlerinde çıkan kabarcıklar bu zehirlenmenin habercisidir. Zaman zaman kitle ölümleri bunun sonucudur. Ancak bu tepkimelerden sonra doğrudan oksijenle soluyan canlılar bu yıkım işine girişirlerse, organik maddeler su ve karbondioksite kadar parçalanırlar. Karbondioksit sudan uzaklaştırılırsa, su, canlıların yaşaması için uygun ortama kavuşmuş olur. Akvaryumların havalandırılmasından tutun da, arıtma tesislerinin havalandırılmasına kadar yapılan işlem budur. Bir suyun sağlıklı kalıp kalmadığını Biyolojik Oksijen İhtiyacı (BOD) diye bir parametre ile ölçeriz. Bu ihtiyaç büyükse su sağlıklı değildir. Yani dünyadaki suların biyolojik olarak sağlıklı kalabilmesi için şu ya da bu şekilde havalandırılması ve özellikle oksijen alması gerekir.

Bu nedenle bir ülkedeki suların hiçbir zaman yüzde 45’den fazlası arkasında durgun su biriktirecek, sulama barajlarına ya da hidroelektrik santrallerine ayrılmamalıdır. Gel gelelim ki bizim teknik kadromuz ve siyasetçilerimiz, Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde birinin bittiği yerde diğerinin başladığı barajları yapmayla övünüyorlar. Önümüzdeki birkaç yüzyıl içinde buraları foseptik çukurları haline dönüştüğünde, bu sefer torunları onları lanetleyecektir. BOD ile ilgili böyle bir bilgi ve kavrama sahip olmadıkları için, havzaların ilk kaynağından mansabına kadar, küçüklü büyüklü yerleşim yerlerinin kanalizasyonunun bu alıcı ortamlara bağlamasına ya da atıkların suya dökülmesine de kayıtsız kalıyorlar. Bu kirletici kaynaklar, bu suları çok daha hızlı bir şekilde öldürecektir.

Derelerde ve şelalelerde de durum farklı değildir. Ne yazık ki, birçok dere önümüzdeki yıllarda sadece denize bağlandığı yerde suyunu görebileceğimiz şekilde borular sistemine dönüştürülecektir. Bu, o derelerde sucul yaşamın sonu demektir. Dereler, şelaleler ve tatlı su kaynakları bir ülkenin gözü gibi koruması gereken mücevherleridir. Binlerce, milyonlarca yılda oluşan bu yaşamsal öneme sahip zenginliklerimizi kısa vadeli çıkarlarımız için harcayamayız. Ancak ne yazık ki, enerji darboğazı, siyasilerimizi en kestirme ve en ucuz; ancak en tehlikeli yolu izlemeye sürüklemektedir.

Artvin Oruçlu köyü öncesi
                                     Artvin Oruçlu köyü öncesi

Özellikle son on yılda yerli ve yabancı firmalar dere, çay ve akar olan her şeye santral kurmaya kalkışmaktadır. Ne yazık ki hükümetlerimiz de bu yağmanın yasal zeminini hazırlamış bulunmaktadır (hidroelektrik santralleri projesi olarak bilinen HES projesi). İlk duyduğunuzda kulağınıza hoş gelebilir. Çevreyi görünürde kirletmeyen, ilk aşamada kimseye bir zararı olmayan, altın yumurtlayan tavuk gibi. Bir derenin üzerine, masa başında kimsenin ayrıntısını bilmediği, kaynaktan mansaba kadar çok sayıda santral planlanıyor (örneğin Doğu Karadeniz’de yüzlerce). İlk olarak biri gündeme getiriliyor; birkaç yüz metre ya da birkaç kilometre uzunluğunda yatay bir boru döşenip, bir yerden aşağıya verilerek santrale su sağlanacak. Görünürde kimseye zararı yok, çevreye de; orada oturan insanları da çok rahatsız etmeyecek, şunun şurasında birkaç yüz metre ya da birkaç kilometrelik bir kısım kullanılacak; hoş görülebilir. Bir de göstermelik bir ÇED raporu düzenlersiniz. Haklı olarak bu raporu düzenleyenler, raporun sonunda böyle bir girişimin çevrede yaşayan kurtlara, kuşlara, yılanlara, çıyanlara büyük bir etkisi olmayacaktır diye düşüncelerini bildirirler; haklıdırlar da.

Aradan birkaç sene geçer, aynı derenin ya da çayın başka bir yerinde başka bir santral kurulmaya başlar, bu sefer başka bir ekip benzer raporu düzenler; kurtlara, kuşlara, yılanlara, çıyanlara büyük bir etkisi olmayacaktır diye; koca bir derede birkaç yüz metrenin ya da birkaç kilometrenin esemesi okunmaz. Birkaç on yıl sonra başka bir tanesi daha sonra başka bir tanesi gelir ve bir gün bakarsınız, doğa harikaları olarak nitelendirdiğimiz, o bölgenin iklimine olumlu etki yapan (hele bizim gibi kuraklık tehdidi olan bir ülkede), estetik duygularımızı kamçılayan, biyolojik çeşitliliğin en önemli ortamını oluşturan güzelim dere ya da çaylar ortadan kalkmış, bazı yerlerde açıktan bazı yerlerde toprağın altına dalarak geçen bir boruya dönüşmüş. Geniş bir zaman dilimine yayılmış haince bir plan olduğu için, kısa süreli bir gözlemde kimse neyin ne olduğunu anlayamaz. Dereler ve çaylar gibi insanların estetik duyguları da böylece kurur; enerjiye bağlı robotlara dönüşür.

Artvin Oruçlu köyü sonrası
                                    Artvin Oruçlu köyü sonrası

Dereler, çaylar, şelaleler, kıyılar bir ülkenin en önemli servetleridir; estetik kaynaklarıdır. Ancak kışın yakacak bulamayıp da evinin içindeki dolapları, merdivenleri, direkleri yavaş yavaş kesip sobada ısınmak için yakanlar, bir gün bu binanın çöktüğünü, sobanın da söndüğünü göreceklerdir. Acı olanı da direkleri kesenler ile enkazın altında kalacak kuşakların farklı olmasıdır. İşte dere ve çayları sinsi sinsi boruya alanlar, oturduğu evin direklerini yavaş yavaş kesenlerdir.

Dünyanın en çok koyu olan ülkesi birkaç milyonluk nüfusuyla Norveç’tir. Bizim gururlandığımız birkaç koyumuz gibi Norveç’in fiyortlar diye nitelendirilen binlerce koyu, belki de on binlerce koyu vardır. Bazıları karaların içine 100 kilometreden fazla girmiştir. Her bir koya şelalelerle bezenmiş en az bir dere ya da çay açılmaktadır ve bu derelerin su debisi (miktarı) bizimkilerle karşılaştırılamayacak kadar büyüktür. Norveç bu derelerin ve çayların ancak cüzi bir kısmına santral kurulmasına izin vermiştir; yasayla daha fazlasına izin vermemektedir. Bu derelerin, çayların ve şalelerin bozulmaması için neredeyse 3.000 kilometre uzunluğundaki fiyort kıyılarını izleyen yolun bir şeritten daha fazla genişletilmesine izin vermemektedir. Karşılaşan arabalar ancak belirli yerlerde genişletilen kısımlarda birbirlerine yol verebilmektedir. Bir ülkeyi sevmek için o ülkenin toprakları için canını vermek yetmiyor galiba, ruhunu ve aklını da vermek gerekiyor.

Akarsuların ya da sulak alanların tarım arazilerinde kullanılmaları: Bu da başlı başına bir sorun oluşturmaktadır. Anadolu toprakları oransal olarak yakın zamanda deniz yüzeyine çıktığı (en eski 24 milyon yıl) ve önemli bir kısmının kalkerli, jipsli, tuzlu ve borlu çökellerden oluşması nedeniyle önemli bir sorunu taşımaktadır. Çünkü Anadolu’nun önemli bir kısmı özellikle İç Anadolu yılda 350-380 mm/yıl yağış almaktadır. Bu nedenle toprakta bulunan bor, tuz, jips ve kalker yağmurla yıkansa da en fazla 50-100 cm aşağıda bu bileşiklerden oluşan yoğun bir katman oluşturmaktadır. Bu üç bileşik de köklerin derinlere gitmesini önler. Buraya kadar uzanan kökler, bu katmanlara değer değmez, bir anlamda dururlar. Özellikle bor ve kalker (kalsiyum karbonat) fosfor alınımını önlemenin yanı sıra (eksikliğinde yapraklar morlaşır) demir ve çinko alınımını da önlediği için yazın başlarında bile birçok ağaçsı bitkide “klorozis” denen sararma görülür.

Elektrik amaçlı olup da sulamada kullanılan barajlar ve sulama barajları, iyi eğitim verilmemiş, bilinçli bir çiftçi kitlesi yetiştirilmeden, drenaj kanalları yapılmadan sulamaya tahsis edildiğinde, en fazla bir metre derinde birikmiş olan bor, kalker ve tuz, buharlaşma yoluyla toprağın üst katmanlarına taşıdığı için, tuzlaşma, bir anlamda çoraklaşma ortaya çıkmaktadır. Gurur duyduğumuz Güneydoğu Anadolu Projesi’nin suladığı topraklarda ve birçok yerde durum budur.450491_7e12_625x1000

Cenneti cazip kılmak için tarif ederken bile, içinde derelerin ve çayların aktığı bir yer olarak anlatırız. Çünkü temiz akan bir dere ya da çay, yetişecek gençlerin esin kaynağı, sağlıklı yaşamaları için en uygun ortam ve bir ülkenin gurur kaynağıdır. Zannediyorum hiçbir yönetimin hatta hiçbir yasal düzenlemenin insanlığın ortak zenginliği olan bu doğal oluşumları yapay bir düzenleme ile bozma hakkı olamaz. Bunların hepsi geriye dönüşü olmayan girişimlerdir. Çocuklarınızı ve torunlarınızı düşünüyorsanız, evrensel sorumluluk taşıyorsanız, derenize ve çayınıza sahip olun, onların temiz kalmasını sağlayın.

Yusuf Yavuz

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu