Okulu desteklemek için kullanılan temel argümanlardan biri de çocuğun sosyalleşme ihtiyacı. Şöyle deniyor: “Çocukların okulda işe yarar bilgiler edinmediğini biliyoruz, biz de o sıralardan geçtik. Ama bugün sosyalleşecekleri başka bir ortam yok. Apartmanda oturmalarındansa okulda arkadaş edinmelerini yeğliyoruz.”
Bu cümlenin haklılık payı elbette var; ancak öncelikle çocuğun sosyalleşmesinin ne anlama geldiğini sorgulamak gerekiyor. Televizyonlarla internetle çevrili bir dünyada, sokağa çıkmanın yasak olduğu apartman köşelerinde, devamlı evham üretilen gezmelerde, tatillerde, misafirliklerde çocuğun sosyalliğine en büyük darbe vuruluyor aslında. Çocuk dinlenen, önem verilen sosyal bir insan muamelesi görmüyor ki…
Yakın zamanda tanık olduğum; ancak daha evvel binlerce benzerini duyduğum bir ufak konuşmayı aktarayım. Küçük bir kız Mısır’daki mumyaları merak ediyor, gördüğü bir filmden etkilenmiş. “Mısır’a gidelim mi baba”, diyor. “Orada mumyalar varmış, piramitler varmış.” Babası, “hadi çok anlatma, kalk o tabağı mutfağa götür” diye cevap veriyor. Konuşma bitiyor.
Çok çarpıcı bir örnek değil bu belki, ama yakından aşina olduğumuz çok gündelik bir konuşma. Her gün yinelenen, göze batmayan, kabul edilebilir; ama sürekliliği yüzünden aslında son derece ciddi bir soruna işaret ediyor. Çocuk yetiştirenler ve çocuklar iki ayrı evren kuruyorlar sanki. Çocuk görülmek, heyecanlarını, yaşadıklarını anlatmak, önemsenmek istiyor. Oynarken sık sık babasına dönüyor, beni görüyor mu diye. Babası ise oralı değil. Kızıyla iletişiminin büyük bölümünü ona akıl vermeye, talimat vermeye harcıyor. Sürekli olarak onun ne yapması ve yapmaması gerektiğini söylüyor. Bu şekilde kızının bir başka insana ulaşma çabasına kayıtsız kalıyor. Kızının sosyal çevresiyle hayat boyu kuracağı ilişkilere bu şekilde etki ediyor: “Sen anlatırsın, o duymaz”.
Şunu demek istiyorum: Eğer çocuğun sosyalleşmesi bu kadar önemseniyorsa, o zaman önce sorunun okula göndermekle bitmediğini fark etmek gerekecek. Yaşadığımız hayattan zerre ödün vermeden, başka çözümler üretmeyi düşünmeden, çocukla genelde “müdahale” kapsamında ilişki kurarken nasıl bir sosyalleşmeden bahsediyoruz ki? Okula göndermek bu meseleleri elbette çözmeyecektir.
Diğer bir husus ise okula gönderilen çocukların nasıl bir sosyal çevrenin içine girdikleri ile ilgili. Toplumdaki ayrışmalar okullara, dershanelere kadar uzanmış durumda. Bilhassa şehirli üst sınıf çocuklar sadece kendi gibi insanların olduğu okullara gönderiliyor, bunun için özel kolejler, dershaneler bulunuyor. 15-20 bin lira gibi fahiş fiyatlar ödeniyor.
Sadece İstanbul-Ankara’dan bahsetmiyorum. Doktora araştırmamı yaptığım küçük ilçede de durum farklı değildi. Herkesin birbirine kaynaştığı mahalle okulları orada da yoktu; çünkü mahalleler etnik-sınıfsal olarak zaten ayrılmıştı. Bu durumda, çocuğun sosyalleşmesi denilen aslında çok kısıtlı bir anlama geliyor. “Bizim gibi insanların arasında güvende olsun”.
Oysa “kendilerine benzemeyen” insanları tanıma fırsatı yakalayamamış çocuklar dünyayla ilgili meselelerle de tanışma fırsatı bulamamış oluyor. Adalete, eşitsizliğe, farklılığa dair sorular uzun süre hayatlarından uzak tutuluyor. Yaratılan bir balonda büyümeleri sağlanıyor. Çocuklarda durum bu, çünkü büyüklerde de durum aynı. Bizim gibi olmayanlar en hafifinden endişe yaratıyor.
İşte sosyalleşmek, sadece arkadaş edinmek değil, daha geniş anlamıyla bu endişelerin üstesinden gelmek olarak tarif edilebilir. O zaman amaç çevremizi kendimize benzetmek değil, kendimizi dünyaya açmak olacaktır. Yöntem ise dünyanın geri kalanından koparılmış yüksek duvarlı, güvenlikli okullara çocuk göndermek değil, onunla beraber bir seyahate çıkmak olabilir. Aşağı mahalledeki parktan başlayarak…
Toparlamak gerekirse, okulun sosyalleşme işlevine dair iki temel itiraz geliştirdim. İkisinde de sosyalleşmeyi daha geniş şekilde tarif etmeye çalıştım. Birinde sorumluluğun çocuğu bir kuruma teslim etmekle bitmediğini, diğerinde ise gönderdiğimiz yerlerin çok kısıtlı bir sosyalleşme imkanı sunduğunu anlattım.
Çocuklara, kendilerini mutlu hissedecekleri sosyal ortamlar hazırlamak ciddi bir emek gerektiriyor. Onları okula postalamak haricinde o kadar farklı çözümler düşünülebilir ki… Örneğin betondan şehirler ve otobanlar kurmak yerine şehri bir de çocuk gözüyle düşünmek. Şehrin her yerinde çocukların biraraya gelebilecekleri oyun/yaşam alanları oluşturmak (Üsküdar Belediyesi’nin bu konuda başarısını teslim etmem gerek). İş hayatını yeniden düzenlenmek. Neden bir baba çocuğundan 20 senelik çalışma hayatı boyunca uzak kalsın ki? Burada sadece doğum izinlerinin hem erkek hem kadın için uzatılmasından bahsetmiyorum. Aynı zamanda işyerlerinde “çocuk alanları” açmak mümkün. Tekrar ediyorum: Sırf anneler için değil, babalar için de…
Oysa büyük şehirlerde, hele evdeki bütün yetişkinler çalışıyorsa, çocuğu “emanet edecek” güvenilir birileri aranıyor. İnsanlar, gün boyu çalışıp çocuklarına en iyisini sunmaya çalışıyorlar. Büyük paralar harcanıyor, okullar bulunuyor; ama bir türlü kendilerini sunamıyorlar. “Kaliteli zaman” elbette önemli, ama gene de çocuğun sosyal hayatının büyük bölümü çalışan ebeveynlerinin uzağında geçmek durumunda kalıyor. Bakıcılar, akrabalar, sonra okul…
Bunun yerine, çalışma alanlarını eve yaklaştırmak ve çocuklar için farklı buluşma mekanları tasarlamak mümkün. Bu buluşma mekanları sayesinde sınıfsal-etnik-dini ayrışmalarla mücadele etmek de kolaylaşıyor. Oyun, farkların üstesinden gelebilecek kadar güçlü bir sosyalleşme aracı, okullardaki birlik-bütünlük temalı dersleri ninni gibi dinlemekten çok daha tesirli olacaktır.
Sadece beyaz ve mavi yakalılar için değil bu öneriler, esnaf için de geçerli. Zaten küçük şehirlerde esnafın çoğu hala evlerine yakın yerlerde çalışıyor, çocuklar sokağa daha rahat çıkabiliyor, gün içinde babalarını-annelerini görebiliyor. Şehirleri ve iş hayatını düzenlerken bu bir model oluşturabilir.
Kafa yorulduğunda pekçok toplumsal ilişkinin kaide olmadığını fark ediyor insan. Şehirler, iş hayatı, kanunlar, gündelik yaşam ve hatta inançlar… Bunların hepsi değişebilir. Belli ki öğretim sistemi hayatın diğer pekçok alanıyla da ilintili. Bu durum işleri karmaşıklaştırıyor belki; ama bir yandan müdahale olanaklarını ve çözüm ihtimallerini de arttıyor.
Okulun sadece çocuğun “iyiliği” için yapılmadığının, toplumun zaman-mekan kurgusunun bir sonucu olduğunun altını çizmek istiyorum. Pekçok insanı gün boyu bir iş yerinde mahsur bırakan iş hayatının ve özellikle kadınları eve hapseden bir toplumsal yapının sonucu, benzer şekilde hapsedilen çocuklar oluyor. Herkesin zamanı ve nerede duracağı önceden belirleniyor. Elimizden önce zamanımız çalınıyor. Sonra da ömrümüzün büyük bölümü, durmak istemediğimiz yerlerde durarak geçiyor. Okullarda buna alışmayı öğreniyoruz. Adına da “sosyalleşme” diyoruz.
Bu yazı dizisinin önceki bölümlerini okumak için:
https://dunyalilar.org/ogretim-sistemi-ve-cehaletin-gercek-kaynaklari.html
https://dunyalilar.org/ogretim-sistemi-merakin-olumu-ii.html
Sezai Ozan Zeybek
http://ozanoyunbozan.blogspot.com.tr/