İşçi cinayetleri, genel geçer bir kâr hırsının ya da iş güvenliğine yönelik özensizliğin ürünü değil, AKP’nin taşıyıcısı olduğu sınıf politikasının bir tezahürü olan proleterleşme dalgasının (yani ucuz ve güvencesiz emek politikasının) bir sonucu.
İşçi ve kadın cinayetleri AKP iktidarının neredeyse alamet-i farikası haline geldi. Ancak kabul edelim, toplumun önemli bir bölümü nezdinde AKP iktidarıyla bu bitmek bilmeyen cinayetler arasında doğrudan bir bağ kurulmuyor. “Fıtrat” argümanını kırmak sandığımız kadar kolay değil. Kâr hırsından dem vurmak, muhafazakârlığı sorgulamak, idari personelin ve hükümet erbabının vurdumduymazlığını teşhir etmek, hükümet partisiyle işçi cinayetlerinden sorumlu şirketler arasındaki rabıtaya dikkat çekmek önemli ve gerekli kuşkusuz ama yeterli değil. İşçi ve kadın cinayetlerinde mevcut hükümetin sorumluluğunu açık edebilmek, AKP hükümetlerinin bu cinai düzenin asli faili olduğunu ortaya koyabilmek için onun sınıf karakterini açık etmek, onun sınıf doğasına vurmak gerekiyor.
İşin ehli olanlar bu hususta çokça yazdı aslında ama tekrar tekrar tekrarlamak gerek. AKP hükümetlerinin önünü açtığı ve burjuva jargonunda “büyüme” olarak adlandırılan politikalar, emeğin, toplumsal ilişkilerin, bedenlerimizin ve doğanın metalaşma sürecini derinleştirirken yeni ve kapsamlı bir proleterleşme dalgasının da önünü açıyor.
Proleterleşme, kural olarak emekçilerin emek süreci üzerindeki denetimlerinin yitmesi anlamına gelir. Taşeronlaştırma, esnekleştirme ve güvencesizleştirme, emekçilerin emek sürecinde tabi oldukları verimlilik basıncını artıran, onların çalışma koşulları üzerindeki söz ve kontrol hakkını daraltan, dolayısıyla da iş güvenliğini “sistematik” olarak ihlal eden bir ortam yaratıyor. Yani işçi cinayetleri, genel geçer bir kâr hırsının ya da iş güvenliğine yönelik özensizliğin ürünü değil, AKP’nin taşıyıcısı olduğu sınıf politikasının bir tezahürü olan proleterleşme dalgasının (yani ucuz ve güvencesiz emek politikasının) bir sonucu.
Kadın cinayetlerindeki görünür artış da genel geçer bir muhafazakârlaşmaya ihale edilebilecek bir mesele değil. Proleterleşme, emeğin yeniden üretimi koşullarına dönük bir basıncı da beraberinde getiriyor. Her yeni metalaşma-proleterleşme dalgası, kadınların bedenleri ve doğurganlıkları üzerindeki denetimlerini yitirdikleri bir dönemdir aynı zamanda. Bugün de genç (ve ucuz, itaatkâr, güvencesiz) emek havuzunun muhafazası ve çoğaltılması adına kadınların bedenleri üzerindeki gücüne karşı bir saldırı gündeme geliyor. Kadın cinayetleri, zamanında bir başka metalaşma-proleterleşme dalgası sırasındaki “cadı avlarının” işlevini görüyor: Emek gücünün siyasal ve iktisadi elitin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden üretilmesi için kadın bedenini zapturapt altına almak.
Sözün özü, mevcut cinayet rejiminin ipliğini pazara çıkartmak ancak AKP iktidarının sınıf muhtevasını teşhirle mümkün. AKP’nin canını yakacak olan şey de aslında bu sınıf meselesinde, daha basit bir dille kendini en güçlü hissettiği bu “büyüme” başlığında darbe yemek. Mecidiyeköy’de işçilerin can verdiği rezidans inşaatına ambulanstan önce polisin yollanması bu apaçık korkunun bir ifadesinden başka şey değil. Oysa başka saflaşmalar, hele hele sade bir otoriterizm eleştirisi, örneğin yargının bağımsızlığı ya da kuvvetler ayrılığı gibi (kuşkusuz önemli olan) başlıklar, AKP’nin gücünü sarsmıyor, onun tabanıyla kurduğu ilişkilerde çatlaklara yol açmıyor. Tam da bu nedenle her yola gelen, içeriksiz, dar bir AKP/Erdoğan karşıtlığını değil, sosyal taleplerle buluşan, sınıfsal-sosyal içeriği olan “sınıfçı” bir AKP karşıtı mücadeleyi örmeye ihtiyacımız var.
İşçi sınıfında son yıllarda kendisini sürekli açık eden bir kaynaşma var; taşerona, güvencesizliğe, sendikasızlaştırmaya, patronların/ustabaşıların haysiyet kırıcı davranışlarına (yani metalaşma-proleterleşme dalgasının gündelik sonuçlarına) karşı kendini sürekli açık eden bir huzursuzluk, tepki var. Üstelik işçi cinayetleri, bu meselelerin daha geniş toplum kesimler nezdinde giderek daha fazla konuşulur kılıyor. Tam da bu koşullarda, sendikalardan işgaller ve forumlara, siyasal partilerden meslek örgütlerine bütün toplumsal muhalefet bileşenlerinin ve elbette örgütsüz geniş kesimlerin bir biçimde parçası-katılımcısı olabileceği, taşeron düzenine, işçi cinayetlerine karşı birleşik bir kampanya pekâlâ mümkün. Toplumsal muhalefet bileşenleri olarak “büyük” siyasal projeler etrafında saflaşacağımıza, hangi birlik girişiminin daha etkili ve anlamlı olduğu üzerine birbirimizi “yiyeceğimize”, emekçilerin en acil talepleri etrafında cephesel bir tarzda bir birleşik eylem zemini oluşturmak için neyi bekliyoruz? Taşeronu, güvencesizleştirmeyi ve onların müsebbibi olduğu işçi cinayetlerini ülke gündeminin temel başlığı haline getirecek, belli bir zamana yayılan, sistemli, birleşik bir siyasal faaliyeti önümüze koymakta neden tereddüt ediyoruz? Soma sonrasında mesela bunu yapmak, böyle bir çabaya girişmek pekâlâ mümkündü. Yapmadık, yapamadık. Etkili tepki eylemlerinden sonra usulca geri çekildik, müesses siyasetin rutinine bir kez daha teslim olduk.
Aslında işçi cinayetlerine karşı toplumda giderek artan bir duyarlılık söz konusu. Bu konuda artık çok büyük bir hızla tepki eylemleri örgütlenebiliyor. Bu çok iyi elbet ama tepki eylemlerinin ötesine maalesef pek geçemiyoruz. Tepki, bir harekete ve dolayısıyla da siyasete dönüşmüyor. Refleks (adı üstünde), bir adım sonra yerini atalete, geri çekilmeye, “normalleşmeye” bırakıyor. O zaman da, bir işçi cinayetine kurban giden taşeron temizlik işçisi Zafer Açıkgözoğlu’nun mektubundaki sitem maalesef gerçekçi oluyor: “Biliyorum arkadan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene iş kazasından ölen 1500 kişi gibi Soma’da ölen 301 işçi gibi…”
Unutmamak, hatırlamak bireysel bir erdem ya da bir vicdan meselesi değil. Unutmayıp hesap sormak ancak siyasetle, siyasal eylemle mümkün. Mesele, siyasal eylemimize nasıl bir muhteva ve nasıl bir yönelim vermemiz gerektiğinde düğümleniyor. Artık şu hususun net olması gerek: Bu ülkede esas siyasal saflaşma rezidanslarda yaşayanlarla onların altında kalanlar arasında. Söz ve eylemimizi bu basit gerçekte birleştirmediğimiz müddetçe Zafer Açıkgözoğlu’nun dediği gibi, unutmaya mahkûm olacağız.
Foti Benlisoy
Dünyalılar