Eleştiriyi tükettik, sıra üretici kültüre gelmedi mi artık. Hepimiz iktidara karşı eleştirileri sürdürüyoruz, ama ne yapılmalı sorusuna gelince, herkes orada duruyor, kendi köşesine çekiliyor.
Tüm konuşmaların geldiği yer, AKP’ye oy veren kalabalık, yoksul sınıfların belirlediği ”demografik-gelir sarmalı” ve mevcut muhalefetin oy limiti. Bu tabloyu bir tek ekonomik kriz değiştirebilir. Ki o noktada bile, iktidar krizin bedelini muhaliflere ödeterek kendi tabanını koruyabilir.
Öte yandan 30 Mart sonrası Türkiye’nin kalbinin bu fasit daireye daha fazla dayanamayacağı, belki de mevcut paradigmanın kırılma eşiğinde olabileceğine dair işaretler geliyor.
BU BİR KADER Mİ?
Ortada halen ciddiye alınacak tek gövde var, O da Gezi desteğine rağmen itiraz kültürünün ötesine geçemeyen, yüzde 25’leri aşamayacak köhne bir parti. Bu bir kader mi. Yoksa yüzde 1 ve altında oy alan partilerle herkes kendi yoluna mı bakacak…
CHP kendisini lağvederek yeni bir partiye gitse bile iki gün sonra CHP adında başka bir parti kurulur, varolan küçük pasta bu sefer ikiye bölünür, muhalefet iyice yok olur.
Konuşmaktan aslında kimsenin hoşlanmadığı ne yapmalı sorusu havada asılı dururken, Geziciler CHP Ankara bürosunu işgal ederek ilk defa siyaset alanına indi. Ama sanıldığı gibi, anne babaları gibi partiye turist olarak gelmediler, sistemi değiştirme vaadiyle, “alıcı” bir gözle işgal ettiler. Ayrıca, sanki çaresizce aradığı tazelenme enerjisini hissetmiş gibi parti örgütü bu işgalden son derece memnundu.
OccupyChp, sembolik bir adım olmanın ötesinde, Türkiye’de ve yurtdışında ilk defa bu kadar canlı bir şekilde sivil alanda organize olmaya başlayan bir dalganın öncüsü olarak da okunabilir. Tabii, ana akım siyasete girip, bütün günahlarını bilerek, CHP’yi dönüştürme seçeneği çok uzak bir hayal gibi geliyor, ama İngiltere’de 18 yıllık Muhafazakar parti iktidarının, yepyeni bir İşçi Partisi yaratılmasıyla, nasıl değiştiği örneğine bakarsak, iki parti arasındaki şaşırtıcı benzerliği görebiliriz.
BLAIR NASIL KAZANDI?
İşçi Partisi, Thatcher’ın 1979-97 arasındaki 18 yıllık ezici egemenliğinden, sayısız yenilgiden sonra Tony Blair liderliğinde, “Yeni İşçi Parti” sloganıyla 1997’de 10 yıl sürecek iktidarına başladı. Zamanın İşçi Partisi ile bugünün CHP’si, çok başka açılardan çok farklı olsalar da olsa, ortak noktaları “zamanla eskimiş güçlerin” elinde adeta rehin kalmaları.
Blair, partinin başına geçtiğinde partiyi rehin tutan işçi sendikalarına meydan okudu ve eski partiyi adeta “öldürdü”. Partiyi endüstri devrimi tabanına dayanan sol bir söylemden çıkardı, merkezin solunda tanımladı.
Blair partinin iç mekanizmaları, parti dışındaki yapılarla nasıl ilişki kurulacağı ve seçmenlere kendisini nasıl sunacağı konularında bir dizi değişim yaptı. Slogan “Yeni Parti”ydi. Partinin modernleştirilmesi, köşe başlarını tutmuş, yaşlı kuşağın tasfiye edilmesi ve yerine çoğu zaman geçici çalışma modeliyle kariyer arayışı içindeki dinamik genç bir kadronun getirilmesiyle hız kazandı. Kırmızı bayrak kırmızı güle dönüştü, partinin manifestosu orta sınıf İngiltere’ye seslenerek, sosyal adalet ve refah artışı vaadiyle düzenlendi ve ortaya yeni bir merkez partisi çıktı. Yeni Parti, solun amacının ideolojik kalıplardan öte, küreselliğin ve internetin getirdiği yeni dünyayı kavramak ve buna göre insanların, toplumun mutluluğunu tasarlamak olduğunu güçlü bir dille haykırıyordu. Sol dayanışma tüm gücünü, gelir eşitsizliğini azaltmak ve toplumun ezilen kesimlerini korumaya yöneltmişti. Başarının sırrı buydu.
YENİ SEKÜLERLİK
İşçi Partisi’nin yükü sendika baronları idiyse, CHP’nin yükü de resmi bir kimlik yaratma ideolojisi olarak kullanılan dışlayıcı, 30’ların zihin dünyasını yansıtan laiklik anlayışı. Seçim öncesi ve sonrasında sandığa inen Gezi akımları ise Atatürkçülüğü demokratik, özgürlükçü, Batı’ya yüzü dönük bir zihniyetle yorumluyor, dışlayıcı laiklik ideolojisinden uzaklaşıp, kapsayıcı, inançlara saygılı bir sekülerlik etrafında toplanıyor. İşte bu yeni sekülerlik tanımı, sadece laik muhalefetin üzerinde birleşeceği bir platform değil, tüm “diğer kesimlerin”de üzerinde eşitçe vatandaşlık ilişkilerini geliştirecebileceği bir zemin vaadini veriyor.
Değişim ivmesinin hızlandığı 30 Mart’tan sonra siyaset sahnesine sıfır noktasından bakmak ve agresif, ayrıştırıcı, zehirli bir dilin yerine uzlaşmacı, ama üretici bir dilin etrafında buluşmak zamanı geliyor.