“Palalı, satırlı ve sopalı kahramanlar”ın siyaset sahnesinde korkunç bir hızla “olağanlaşmaya” başladığı Türkiye’yi giderek daha yakından tanımak bana gerçekten acı veriyor.
Son zamanlarda aklıma ve yüreğime sık sık, hayatımın önemli bölümünü geçirdiğim Rusya’nın (hatta dünyanın) en önemli edebiyat eserlerinden birindeki “baltalı kahraman” geliyor.
Dostoyevski‘nin ünlü Suç ve Ceza‘sındaki Raskolnikov‘dan bahsediyorum.
Faizci yaşlı kadını planlayarak, onun olaya tanık olan kız kardeşini ise istemeden öldüren Raskolnikov, eğer Türk olsaydı…
Büyük ihtimalle yakalanmadığı için hayatına gayet rahat devam ederdi…
Çünkü “Türk Raskolnikov” açısından temel sorun, “suç işlerken görülmemek”, ya da “hukuki süreçlerle zor duruma düşürülmemek”, sonuçta “devletle ve toplumla sorun yaşamamak” olacaktı…
Herhalde o, yakalanmadığı suçtan dolayı uzun süre acı çekecek ve sonuçta Sibirya sürgünü gibi bir cezayı kabullenecek kadar “enayi” olamazdı…
Çünkü “Türk Raskolnikov”un dilinde, tavırlarında ve tüm biçimsel-işaretsel dünyasında “bol miktarda ahlak ve din” olsa da, iç dünyası ciddi vicdani kaygılardan, özeleştiri ve hesaplaşmalardan “arınmış” olacaktı…
Ve o, “Türk Raskolnikov”, bugün aramızda olsa, çevresinde bunca rezillik yaşanırken…
Mesela, bir buçuk aydır o kadar ölüm, yaralama ve gazlı saldırılar gerçekleşirken…
Polis, devlet yönetiminden aldığı destekle toplumsal hayata adım başı hoyratça müdahale ederken…
Oldukça kuşkulu “esnaf”, “sivil”, “ak gömlekli” unsurlar elini kolunu sallayarak provokasyonlar düzenlerken, bazen de pala, satır ve sopalarla insanlara saldırıp “devletin gizli ve yasadışı destek kuvveti” olarak konumlandırılırken…
Her şeyi bu kadar “normal” ve “olağan” karşılayarak içinde bulunduğu ahlaki bataklıkta birkaç santimetre daha derine inmekten hiç korkmayacaktı…
Çünkü kazandığı paraya, toplum içindeki konumuna, durmadan kendini kıyasladığı zavallı benzerlerine bakarak hayatı gayet katlanılabilir ve hatta “uyanık olunursa” pekâlâ “fırsat yakalanabilir” rengârenk – yüzeysel de olsa – büyük bir yelpaze olarak görecekti…
* * *
Hayatımız giderek daha fazla esir oluyor yalana ve sahtekârlığa.
Siyaset sahnesi, artık baştan aşağı insanları, daha doğrusu, seçmenleri “inandırma” üzerinden dizayn ediliyor.
Demokrasiyi tek bir güne, yani seçimlere indirgeyen anlayışa göre, “camide içki içilmesi ve öpüşülmesi”, “Gezi Parkı’nda büyük ve küçük tuvaletlerin yapılmış olması” ve benzeri söylemler, “oy kazandırıcı bir strateji”nin sağlam tuğlaları sayılabilecekse, onların gerçek olup olmaması pek de önemli değildir.
Gezi sürecinde öldürülen, yaralanan, gözünü kaybeden, hâlâ hastanelerde hayatlarının veya bazı organlarının kurtarılmasını bekleyen birçok insan olması da “fasa fiso”dan ibarettir.
Polisin – tartışmaya falan gerek bırakmayacak kadar net olarak görüntülenmiş biçimde – yasaları çiğnemiş, yetkilerini aşmış olmasının; yalnız plastik kurşun değil başka metalik unsurlar da kullanarak yurttaşları yaralamasının, dövmesinin, saçlarından sürüklemesinin, coplamasının, küfürler etmesinin hiçbir değeri yoktur.
Gerginlik ve kargaşa anlarında bir yerlerden ortaya çıkıveren “acayip” sivillerin, çevredeki işyerleriyle otomobil ve otobüslere saldırması, tahriklerle ortamı karıştırmaya çalışması, göstericilerin arasına karışarak polise taş atması da ayrıntıdır.
Palalarla, satırlarla ve başka silahlarla sözüm ona “olaydan maddi zarar gören insanlar” adına, “millet” adına, “esnaf” adına direnişçilere saldırılması da, bu saldırganların polis ve yargıdan “özel anlayış” görmesi de “hiç abartılacak şeyler” değildir.
Normal bir ülkede ya hükümet düşürecek, ya da en azından içişleri bakanı, emniyet müdürü, vali gibi makam sahiplerinin “rahatını epeyce bozacak” gelişmelerin bizde inanılmaz bir kaygısızlıkla yaşanıp anında sıradanlaşması şaşılacak konu değildir.
Suçsuz yere öldürülen gençlerin cesetleri daha soğumadan ve analarının gözyaşı henüz dinmeden, onların ölümüne yol açanların “destan yazdığı”, “kimseye yedirtilmeyeceği”, “devletin ve milletin parçası olduğu” gibi son derece iç parçalayıcı sözlerin en yüksek tribünlerden yankılanması “pek de manşete çıkarılacak haber” sayılmaz.
Ne iktidar partisi ve devlet içinde olup da bütün bu yaşananlardan vicdanı kanayan birileri çıkıp tepkisini haykırır, istifa eder, protesto eder…
Ne kendini muhalefet partisi olarak görenler bu olağanüstü adaletsizliğin hak ettiği tarzda, kitlesellikle ve süreklilikle tepkisini ortaya koyma ve mücadele etme yolunda gerekli – sadece siyasi beceriyi değil, aynı zamanda – ahlaki enerjiyi kendinde bulur…
Ne de sıradan insanlar yüreklerinin sesine dayanamayarak “Artık yeter!” diye ortaya çıkar…
* * *
Ya ne olur?
Hiiiç!..
Hiçbir şey olmaz!..
Bugünkü gibi yani…
Göstericiler ve direnişçiler eylemlerini sürdürmeye çalışır…
Polis ve “palalı kuvvetler” onların analarından emdikleri sütü burunlarından getirir…
İktidar bütün bunları yüreklendirir, hatta toplumu kamplaştırarak daha fazla kışkırtır…
Sözde muhalefet de tek tük açıklama ve ürkek girişimlerle tabloyu tamamlar.
Ha bir de halk vardı, değil mi?.. O da her şeyi olağan karşılayıp susarak “neme lazım”, başına bela almamaya, üç-beş kuruş daha kazanmaya, işini korumaya, becerebilirse ara sıra uyanık ataklarla küçük fırsatlardan yararlanarak kendince ilerlemeye çalışır.
Ve hayat devam eder gider…
Vicdanlar pek kullanılmadığı için hep gıcır gıcır kalır.
Ve yaklaşık 150 yıl önce yazılan Suç ve Ceza’daki katil Raskolnikov’un ahlaki sancılarının ve iç hesaplaşmalarının yanında, neredeyse koca bir toplum olarak hep birlikte sınıfta kalırız.
Tabii hemen hepimiz “hukuki olarak suçsuz” ve “toplumda saygın”, eşimizin ve çocuklarımızın karşısında “namuslu” kalmayı başararak…
Kendimizle ne kadar övünsek azdır!..
Hakan Aksoy
14 Temmuz 2013
www.dunyalilar.org