Doğu Anadolu, Türkiye’nin geri kalanı ve özellikle Batı kıyıları ve İstanbullular için sanki başka bir dünya, çok uzaklardaki bir yer. Hatta çoğumuz için televizyonlardan duyduğumuz geri kalmış bir terör bölgesinden ibaret. Ne doğasını, ne insanını, ne de gerçek tarihini biliriz.
Oysa Dicle nehri boyunca sessizliğe gömülmüş inanılmaz güzel bir tarih saklıdır. İnsanları sıcak, misafirperver ve kendilerini ifade etmeye gayet açık hatta istekliler. Öteki diye tek kimliğe indirgenen halk, orada Süryanisi, Arabı, Kürdü, Türkü, Ermenisi yüzyıllarca bir arada yaşamış. Bugün Türkçe genç kuşaklar arasında herkesin ortak dili ama sokaklarda insanın kulağına çalan Kürtçe ve Arapça daha hakim diller.
Diyarbakır’dan Batman’a, oradan da Hasankeyf’e uzanan güzergah boyunca neden hiç buradaki Kürt veya Arap entellektüellerini, sanatçılarını, şairlerini, bestecilerini, yazarlarını tanımıyorum, neden buradaki güzelim tarihi yapılardan, mimari eserlerden bihaberim diye düşündüm. Daha ilk ayak bastığım andan ittibaren tokat gibi inen bu düşüncelerle yol alırken, Hasankeyf’e varmadan bizi karşılayan Dicle nehri ve onu çevreleyen vadiler aklımda düşünce bırakmadı. O kadar güzel akıyor ki Dicle, insana ferahlık, huzur veriyor. Vadileri besliyor, köylere can veriyor, tüm bölgeye uzanan kolları yol boyunca gördüğümüz tüm canlılığın kaynağı.
MAĞARALARDAN TOKİ’YE
Hasankeyf’in tadına varmak ve orayı hissetmek için birkaç gün kalmak gerekir. Gözleriniz önce çarşıda satılan envai çeşit, rengarenk şalvarlara, örtülere, Hasankeyflilerin el emeğiyle yapılmış dokumalara, kilimlere, Mardin’den, Diyarbakır’dan gelen gümüş işlere, sonra nakış gibi oyulmuş mağaralardan oluşan o dev kalenin yoluna, o endamlı Kale’ye, El Rızk Camii’sinin ve Sultan Süleyman Camii’sinin Minarelerine alışınca ayrıntılara bakmaya başlayabilirsiniz. Mağaraların içinde çok güzel detaylar var. Modern yaşam alışkanlıklarımız ve ev anlayışlarımız oralara mağara dememize sebep oluyor ama bir evden eksik kalan yanı yok. Buzdolabına ihtiyaç duyulmadan yiyecekler saklanabiliyor. Kalker taşı, kolay oyulabilen bir madde ve ısı yalıtımı fevkalade. Ateş yakınca ışığa veya ısı kaynağına ihtiyaç duyulmuyormuş. Yaz sıcakları boyunca içerisi serin, kışın ise içerde yakılan ateşin sıcaklığı korunuyor. 70’lerde halk mağaralardan çıkarılmış ve pek çoğu gayet gönülsüzmüş, hala bugün mağaralara dönmek isteyenler çok.
Asırlardır evleri saydıkları yerlerin bir kısmı turistik gezi alanı, geriye kalanı ise herkese kapalı bir bölge olarak arka taraflarda saklanıyor. Bir düşünün, evinizden çıkarılıyorsunuz, üstüne numaralar konuyor, arkeolojik kazı bölgesi deniyor ama çoğu çalışma göstermelik, yarım bırakılmış ve bir sürü insan sanki başka çağa ait kalıntılar gibi oraları gezmek için turnikelerden geçip, para verip fotoğraflar çekiyor, siz de oturmuş seyrediyorsunuz. Bugün oranın geçim kaynağı turizm olsa bile bu manzara insanın içini sıkar. 70’lerden bu yana ufacık evlerde yaşayan halk, bölge sit alanı ilan edildiğinden evine tek bir çivi çakamıyor, en ufak bir düzenleme yapamıyor, beş gelin üst üste oturuyor, bekarlar orada kalıp da evlenmeyi hayal bile edemiyor çünkü ev yok, zaten iş de yok. Kovulduk aslında biz ama gitmek istemiyoruz, burası evimiz, dedelerimiz burada ölmüş, biz de burada ölmek istiyoruz diyen çok. Hem koca bölgeyi zorla kovmak ne demek? İnsanlarla muhabbet ettikçe, kalenin arkasındaki vadileri gezip, eski köyleri gördükçe, toprağın içine gömülmüş katman katman şehirlerin olduğunu keşfediyorsunuz. Ayağınızın takıldığı yerdeki taş aslında koca bir binanın topraktan çıkan tepesinin köşesi. Onca medeniyetin, onca yaşantının, yaşanmışlıkların izleri toprağa gömülmüş, yakında ise suya gömülüp ilelebet silinecek. Hasankeyfliler çoktan terk edilmişler. Muhabbet bu konulardan açılınca hepsinin gözlerinde bir hüzün, yoğunluk ve yılgınlık var. 50 yıldır ha oldu, ha olacak diye barajın haberlerini alıyorlar.Yaşlılar artık barajın bir efsaneden ibaret olduğuna inanıyorlar. Gençler ise içine doğdukları çaresizlik ve yılgınlık atmosferinden sıyrılıp gününü güzel yaşama çabasındalar. Güler yüzlü ve esprililer, öfkelerini ve sıkıntılarını saklayan güzel bir mizah anlayışları var. Ne de olsa hayat geçiyor, Hasankeyf’in son demleri deniyor ve onlar yaşadıkları bölgenin tarihini turistlere anlatarak geçiniyorlar. Turist sezonu bitti mi Hasankeyfliler yine bir başlarına, sessiz ve çaresiz. Bugün artık kale de turistlere kapanmış durumda. Kimse yargılamaya kalkışmasın. Bir yanları güvenlik bölgesi diye boşaltılan yüzlerce köy dolu, kendi köylerinden kovulup minicik kutulara konmuşlar, şimdi de Toki evlerine 110.000 lira vermeleri karşılığında zorla taşınmaları isteniyor. Bir yanlarında da baraj inaşaatı ve suların altında kalma tehtidi. İş imkanları, aldıkları eğitim hayatlarındaki seçimleri sınırlandırıyor. Ayrıca şehirlere gidip çalışmış olanların da ”doğulu” olarak etiketlenmeleri, aşağı görülmüş olmaları çoğunun gururunu kırmış. Anlıyoruz ama herkesi de şivesi, geldiği yöre ve ten rengine bakıp da bir kefeye koymak ayıptır diyorlar. Oradaki insanların çoğu 50 yıldır tüm bu meselelerin içinde elleri kolları bağlı, cahil bırakılmış, manzarayı seyretmekten başka pek bir çare bulamamaktadırlar.
50 YILLIK ILISU BARAJI PROJESİ
Ilısu barajının yapımıyla ilgili tartışmalar 1950’lerde, ilk araştırmalarsa 1971’de başlamış. Proje 1982’de kabul edilmiş. Projede yeterli sayıda uzmanın olmaması; Batman’da yapılması düşünülen tesisin Dicle’yi kirletecek olması; Kamulaştırma alanında sorunların çıkması; Kara ve su ekosistemlerinde biyoçeşitlilik araştırmalarının yapılmamış olması; Su kaplayacak alanlarda yaşayan yöre halkına düşünülen tazminatların düşük bulunması; Tarihi eserlerle ilgili yapılan çalışmaların eksik ve yetersiz olmaları; uluslararası kredi ajanslarının oluşturduğu bilirkişi heyet raporlarındaki maddelerdir. Bu nedenlerle 2000 yılıyla 2009 yılları arasında projeye kredi vermeyi kabul eden Almanya, İsviçre, İtalya, İngiltere, Avusturya ve İsveç’li özel yatırımcılar ve kredi kuruluşları, Türkiye’nin verdiği sözleri tutmaması sonucu desteklerini çekmişlerdir. Bu arada 1997 yılında basılmış Milli Eğitim’in ortaöğretim coğrafya kitabında Ilısu barajı yer almaktadır. Aslında herkes senelerdir var olduğunu düşünüyor, öyle öğretiliyor fakat işin gerçek yüzü bambaşka.
10.000 yıllık tarihi yapı 40 yıllık enerji uğruna su altında kalacak. Şimdi elimizdeki öğeleri sıralarsak şunu görürüz. Ilısu barajının yapımı enerji gereksinime katkısı ve sağlayacağı 80.000 kişilik iş imkanı vaatleriyle meşrulaştırılıyor. Sular altında kalacak tarihi eserler için Açık Hava Müzesi konuşuluyor. Öldürülecek canlılar ve katledilecek doğa hakkında zaten konuşulmuyor. Ama Kazı çalışmaları ve Açık Hava Müzesi oluşturulup, eserlerin oraya taşınmaları için gerekli bütçenin 53 milyon dolar olduğu söyleniyor. 40 yıllık ömrü olan bir barajın yok edeceği biyoçeşitliliği, envai çeşit canlıyı ve 10.000 yıllık kültürel ve tarihi mirası düşünürsek işi Açık Hava Müzesiyle kurtarmaya çalışmak oldukça hafif kalıyor. Zaten orayı gözüyle gören biri için eserlerin taşınacaklarını söylemek ironik bir fıkra gibi ama hiç güldürmüyor. Her şey yerinde güzel ve anlamlı. Neden bu kadar enerjiye ihtiyaç duyduğumuz, ne için bu kadar enerji tükettiğimiz ise başlı başına büyük ve rahatsız edici bir konu ama aslında tartışmamız gereken en ciddi ve acil konu bu. Yakında çıkacak su savaşlarının ana bölgesinden bahsettiğimizi de hatırlatmakta yarar var. Zaten şimdiden savaşa sürüklendiğimizden bu günlerde hepten kaybolan değerler üstüne konuşanların sesleri yine savaş seslerinin altında boğulacak.
Hasankeyf: Sessiz Tarih
ASIL konu şu: Hasankeyf, üç günlük hesaplarla, elinde iktidarı, parayı veya para kaynaklarını bulunduranlara ve bunlardan en iyi biçimde yararlanıp, bolca tüketip bu sistemi döndürebilenlere hizmet etmek için hareket eden bir zihniyetin yaptıklarıyla kaderine terk edilmiştir. Bir yeri yönetmek ve kontrol altına almak için en temel kaynağını, suyunu kullanıp, onun üstünden bir enerji döngüsü yaratıp, tarihinin izlerini silmek, insanlarını kovmak oldukça metodolojik bir siyasi harekettir. Bu zihniyet, binlerce yıllık tarihin gönül rahatlığıyla suya gömülmesine; insani değerlerin yok olmasına, ötekileştirdiğimiz kesimlerin ve yaşadıkları, uzaklardaki yerlerin başlarına ne gelirse gelsin, bunun söz konusu edilmesinin bile sorun haline gelmesine neden olmuştur. Kimse hakkını savunamaya dursun, hakkını savunanlar sinek gibi ezilmektedirler. Zaten hak ve vicdan kelimeleri çoktan metamorfoz geçirip, anlamlarından uzaklaştı, orta malı, içi boş kelimeler haline geldi. Hasankeyf, tarih anlayışının nasıl yanar döner bir biçimde şekillendiğinin de, politik ve medyatik söylemlerin nasıl yalanlar üstüne kurulduklarının da koskocaman bir abidesi. Orada suya gömülecek olan sadece Hasankeyflilerin geleceklerine dair hayalleri, sevdikleri güzelim yerler, veya geçmişleri değil, tüm tarihleri ve sadece onların değil hepimizin tarihidir. Bugünün yalanlarına, riyakarlıklarına inat; zerafetten yoksun, zanaatten uzak beton yığını mimariye inat; birkaç senelik gereksiz enerji sarfiyatı yapmak için bencil ve tüketici yaşam alışkanlıklarına inat; asırlara dayanmış, tüm heybetiyle, sessizce tarihi anlatan ve bizi bugün aynalayan Hasankeyf için ağıt yakmak yerine, düsturumuzu iyi seçip, kararlılıkla bir şeyler yapmak için hala geç değil. Hakiki değerlerimizin suya gömülmesine veya seslerimizin savaş ve şiddet sesleriyle bastırılmasına engel olmak için türlü barışçıl, yaratıcı yol var. Hasankeyf yok olunca, gelecek kuşaklar için orası sadece savaşın izlerini taşıyan bir yer olacak oysa binlerce yıldır yaşamış onca kavmin, kültürün izlerini görmek ve bunun uzantısı olarak, buna sahip çıkıp, onunla dönüşerek çok daha anlamlı bir tarih, belki de bir barış tarihi yaratmaya çalışmamız mümkün değil mi?
Kaynak: Eda Elodİe Moreau / Bir Gün
www.dunyalilar.org