Çevre

Toroslar’ın son şamanı: Paşa Dayı

Beydilli, tespih taneleri gibi Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış Yörük aşiretlerinden birinin adı. Ankara, Samsun, Konya, Sivas, Şanlı Urfa ve Gaziantep gibi kentlerde aynı adla anılan köyler var. Bunlardan biri de Isparta’nın Sütçüler ilçesine bağlı olan Beydilli köyü. Kimi yerde ‘Beğdili’ ya da ‘Badıllı’ olarak da anılıyor.

beydilli

BOZŞALBA KOKAN BEYDİLLİ EVLERİ

Sütçüler’e yaklaşık 45 kilometre uzaklıktaki Beydilli, Sarp dağının eteklerinde kurulmuş. Yakın zamana kadar yolu bulunmayan köye yol yapmanın, yeni bir köy kurmaktan daha pahalıya mal olacağını anlayan yetkililer, ilçe merkezine 20 kilometre uzaklıkta yeni bir köy kurmakta bulmuşlar çareyi. Bu yeni köyün adını da‘ Çimenova’ koymuşlar. Ancak şimdilerde ‘Eskiköy’ olarak adlandırılan Beydilli, Anadolu sivil mimarisini yansıtan özgün yapılarıyla dikkat çekiyor. Bir başka özelliği de her evin verandasında kurumaya bırakılan salvia bitkisinin keskin kokusunun tüm köyü sarmış olması. Hititler’den bugüne Anadolu’da şifa niyetine kullanılan bu bitkiye buralarda ‘şalba’ ya da ‘bozşalba’ da diyorlar.

SARP DAĞININ ETEKLERİNDE BİR ŞAMAN: PAŞA DAYI

Yukarı Köprüçay Havzası’ndaki köylerden biri olan Kesme ile Beydili arasındaki vadiden kıvrılarak geçen Köprüçay’ın aktığı vahşi kanyonları ve antik yolları görmek için Sütçüler’den yola çıkıyoruz. Çimenova köyüne uğrayıp buradan Nurullah Altıntaş’ı alacağız. Nurullah Altıntaş, yaşantısıyla ve karakteriyle, Anadolu’nun son şamanlarından biri. Bu yörede kendisine ‘Paşa Dayı’ diyorlarmış. Biz de öyle sesleniyoruz, 70 yaşındaki bu bilge şamana.

‘HER DERDİN DEVASI ÇAM PÜSESİ’

Paşa Dayı ile birlikte Çimenova’dan Eskiköy’e, Beydilli’ye doğru yola çıkıyoruz. Sarp dağına doğru yükseldikçe yer yer kayalık yolu çevreleyen birkaç yüz yaşında sedirler ve ardıçlar başlıyor. Paşa Dayı her taşın, her ağacın hikâyesini anlatıyor yol boyunca. Yol öylesine bozuk ki, zaman zaman evine gitmek için özel araç tutarak vadinin diğer tarafından 60 kilometre dolanmak zorunda kaldığını anlatıyor Paşa Dayı. “Eski köyde hayat zordu ama doktor nedir bilmezdik” diyor. Çimenova’ya taşınınca, yol, elektrik, otomobil ve doktor görmüşler ancak “beton evlerde hastalık da çoğaldı” diye söyleniyor: “eskiden çam ağacının reçinesinden terletme yoluyla ‘püse’ elde ederdik. Her derde şifa olarak kullanırdık. Şimdi unutuldu hepsi…”

150 KİLOMETRE’DEN ANTALYA LİMANINI İZLİYOR

Yaklaşık 2 bin metre yükseklikteki Nacakçı beline ulaşıyoruz. Güneybatımızda Bozburun, ileride Bey Dağlarının karlı tepeleri görünüyor. Elinizi uzatsanız dokunacakmışsınız hissi uyandırıyor. Paşa Dayı, zaman zaman Sarp Dağı’nın zirvesine çıkıp dürbünüyle, yaklaşık 150 kilometre uzaklıktan Antalya limanına yanaşan gemileri, şehrin ışıklarını buradan izlediğini anlatıyor.

‘EĞİTİMİMİ BU DAĞLARDA ALDIM’

Bu bölgenin insandaki sahicilik duygusunu besleyen bir yanı var. Her şey gerçek. Ama bir o kadar da gerçeküstü. Yaşamanın, hayatta kalmanın dayanışmaya ve mücadeleye dayalı olduğu, zor ama bir o kadar da özgür, vahşi bir coğrafya. Sırtında çantalarıyla bu zorlu yolu her gün yirmi kilometre inip çıkıyor Beydilli’li köylüler. Nacakçı Beli’ni geçince, bu özgür coğrafyanın insandaki umudu besleyen kimliklerinden biri olan Paşa Dayı ile koyu bir sohbete dalıyoruz. “Ben eğitimimi bu dağlarda aldım” diye anlatmaya başlıyor, Paşa Dayı.

pac59fa-dayc4b13

KÖY ENSTİTÜSÜ’NÜN HAVASINI SOLUYUNCA…

Aslında Isparta Gönen’deki Köy Enstitüsü’nü kazanmış ve kaydolmuş ancak babası öldüğü için kendisiyle ilgilenecek birisi olmayınca bu hakkını bir başkası gasp etmiş.“Benim yerime buralardan bir Eğitmen’in çocuğunu kaydettiler. Ben bu haksızlığı ömrüm boyunca unutmadım. Sonrasında köyüme döndüm ve haksızlığa uğramanın getirdiği hırsla hep okudum. Beş yüzün üzerinde kitap okudum, kendimi eğittim. Yaşar Kemal’den Mehmet Akif Ersoy’a, Karacaoğlan’a; ne bulduysam okudum” diye anlatıyor o günleri…

‘KARA SEVDAYA TUTULUP ŞİİRLER YAZDIM’

Köy Enstitüsünün havasını az da olsa koklayan Paşa Dayı, köyüne geri dönmüş ve ardından inanılmaz bir mücadeleye girişmiş. Köyün bir türlü bitmeyen yolu, suyu, elektriği… Hastalığı, sıtması… “Ömrüm buradaki insanların çilesine nasıl bir çare bulabilirim, bunu düşünmekle geçti. 16 muhtar eskittik. Bizimkisi halkın hizmetçiliği. Bu amaçla berberlik, sağlık işleri, yapı ustalığı, marangozluk, İmamlık; aklınıza ne gelirse yaptım. Kalay takımı da almıştım ancak körüğün dumanına dayanamadığım için kalaycılık yapmadım. Hala duruyor kalaycılık takımlarım. Ardından İbni Sina’nın kitaplarını inceledim; köyümüzün dağlarındaki otları, bitkileri tanıdım. Hangi otun hangi derde deva olduğunu öğrendim. 1955’lerde kara sevdaya tutuldum. Ve şiirler yazdım…
Bir tanesi şöyleydi:

Mevlam sabır versin aşkı çekene
Her kim olsa acır boyun bükene
Ben garip bülbülüm, salma dikene
Acı bana, güle kondur sevgilim”

“Sevdiğin kızı alabildin mi?” diye soruyoruz Paşa Dayı’ya; “Alsaydım onun adı kara sevda olmazdı. Şimdi bakıyorum, fuhuşun adı aşk, üç kağıdın adı iş olmuş” diye yanıtlıyor.

KAMUFLAJ GİYİNMİŞ YÖRÜK KÖYÜ: BEYDİLLİ

Paşa Dayı ile hararetli sohbet eşliğinde Beydilli’ni tepeden gören yamacın başında duruyoruz. Orta Torosların masalsı köylerinden biri karşımızda. Üzeri elle yontulmuş ahşapla kaplı taş duvar evler, ait olduğu coğrafyayla öylesine bütünleşmiş ki, burada bir köy olduğunu anlamanız için uzun süre ve dikkatle bakmanız gerekiyor. Kamuflaj giyinmiş bir Yörük köyü Beldilli. Köyün yaklaşık iki yüz yıl önce aşağıdaki Köprüçay’dan yükselen yamaçlardan buraya taşındığını anlatıyor, Paşa Dayı: “Geçmişte buradaki hayat çok başkaydı. Karşıdaki Kesme köyündeki bir dosta bir selam gönderirsin, işin her neyse onu mutlaka yerine getirir. Ya da oradan Beydilli’ne bir selam gelir, ne gerekiyorsa yapılır. Ne para ne pul; hiçbir şey yok. Biz böyle yaşadık. O zamanlar bir adam, bu dağların verdikleriyle en az on çocuğa bakabilirdi. Ama günümüze geldik, geçinmek zorlaştı. Şimdi bir kişi kendine bile zor bakıyor.”

‘DEVLETİN BÜTÇESİNİ VERECEKLER, YALAN KONUŞMAM’

Karşıdaki dağlara bakarak konuşuyor Paşa Dayı. Burası Antalya sınırına en yakın nokta aynı zamanda. Manavgat’ın Yeşilbağ köyünün evleri görünüyor karşıda. Doğu’da Kartoz Dağı, dağı zigzag çizerek tırmanan yol faça gibi; 2 bin 200 metreden Beyşehir’e aşıyor. Yörüklerin göç yollarıyla paralel ilerliyor. “Eskiden Manavgat’ın Yeşilbağ köylüleri buraya gelirlerdi” diye anlatmayı sürdürüyor Paşa Dayı: “Domates, zeytin, nar getirirler, karşılığında bizden tereyağı ve çökelek, kıl ve davar alırlardı. Değişirdik ürettiklerimizi. Bal üretirdik bir de. Bakın biz pazarda balımızı satarken rahat duramazdık çünkü bizim balımız halisti. Kekik kokardı. Balın kokusuna o civarda ne kadar arı varsa hücum ederdi. Şimdi pazarlarda bal satıyorlar, bir tane arı konmuyor üzerine. Hileli ballar bütün balcıların namını kötülüyor. Ben elli sene arıcılık yaptım, derdimi anlatamıyorum. Artık iyiyle kötü birbirine karışmış. Ama bana devletin bütçesini verecekler, yalan konuşmam. Beydilli’nin özelliği de budur. Mert, yiğit ve dürüsttürler. Yörüklerin özelliği de budur.” 

KEÇİ AYAĞINDAN ERKEKLİK ORGANI

Paşa Dayı’nın anlattıkları, Anadolu’nun binlerce yıllık yaşam ustalığının tanıklarının hala dokunulabilir uzaklıkta ve hala aramızda yaşadıklarının belgesi niteliğinde. Sözü yakın geçmişte yapılan eğlencelere ve düğünlere getiriyor. Beydilli, Kesme, Çukurca ve Manavgat’ın Yeşilbağ, Değirmenözü köyleri günler öncesinden verilen haberle toplanıp düğünler yapılıyormuş. Bu düğünlerdeki seyirlik oyunlardan birini anlatmaya başlayınca, Yıldız Cıbıroğlu’nun Kesme köyünde izlediği müthiş bir yorumla yazdığı yazıyı anımsıyorum. Paşa Dayı’dan biraz ayrıntı anlatmasını rica ediyorum, “Çok zevklidir. Esasında bir düğünde gelip göreceksiniz” diye başlıyor söze: “Oyundaki Arap, yüzünü isle boyayıp, davarın bir bacağını, bacaklarının arasına yerleştirirdi. Bu erkeklik organı oluyor. Arap’ın bir de yardımcısı var. Muhtar, Efe ve Efe’nin iki tane jandarması olur oyunda. Düğünlerdeki oyunlarda genellikle kız ve oğlan tarafı canlandırılır. Ama daha çok oğlan tarafı ele alınır. Meydan sahnedir. Oyunda köyün günlük yaşamı canlandırılır. Değirmen yapılır, yoğurt dövülür; efendim tahta biçilir. Köylü nasıl yaşıyorsa o canlandırılır.”

‘ARAP, MUHTAR’IN KULAĞINA PENİSİYLE DÜRTER’

Damat, uzunca bir sırığa elleri ve ayaklarından bağlanarak ortaya yakılan ateşte zarar görmeyecek şekilde temsili olarak pişirilirdi. Burada amaç oğlan tarafına temsili olarak çile çektirmek. Evlilik bir sözleşme. Bu sözleşme herkesin huzurunda yapılıyor. Akit bozulmasın diye yapılıyor bu temsil. ‘Kebap ince, şiş ince, ne hoş olur pişince’ diye bir tekerleme söylenir. Kebap pişince herkese yarımşar kilo, birer kilo dağıtılır. Ardından parası toplanır. Para ödenirken “vırt zırt, al beşer beşer” denilir. Bütün bunlar olurken Arap her şeyi kontrolü altında tutar. Seyircilerin başında bekler, itiraz eden olursa palaska ile onlara vurur ya da isle karalar. Sonra Arap Muhtarı muayene eder, dişlerini, hayalarını sayar. Sonra kulakları ağır işiten muhtarın kulaklarına keçi ayağından yapılma temsili penisiyle dürter, onu silkeler, uyarır.”

Paşa Dayı kendi kültürünü sadece anlatmamış, oturup bir de kitap yazmış. “Bin sayfa yazdım, yakında yayınlanacak” diyor ve ekliyor: “Burada bir tarih var, yüzyılların geleneği var. Ama yok olup gidiyor işte!”

ARAP’IN KÖKENİ ‘BAYKARA-SOYTARI’

Yıldız Cıbıroğlu, 1986 yılında Kesme köyünde Paşa Dayı’nın anlattığı seyirlik oyunlardan birinin canlı tanıklığını yapmış. Paşa Dayı’nın anlattığı Arap’ın, “Baykara” olduğunu söylüyor. Bu bilgiyi Kesmeli bir kadından öğrenmiş. Baykara, ‘Soytarı’ anlamına geliyormuş. Kancıklık eden, kaba, kurnaz, dalkavuk, ahlaksız ve şeytan anlamında da kullanılmış. Cıbıroğlu, Eski pagan tapımlarda ılım günlerinde yapılan karnavalların İslam’ın etkisiyle toplu sünnet düğünlerindeki şenliğe dönüşmüş olduğunu aktarıyor: “Kesme dağ köyünde genç kızlar ve delikanlılar yaban meyveleri gibi sert ve farklı bir güzelliğe sahipler. O gece köyde toplu sünnet düğünü yapılacak… Meydanın ortasında kuru ağaçlar üç katlı köy evi yüksekliğinde üst üste yığılarak çok görkemli koca bir ateş yakılmış… Uzakta köyün içinden Baykara, peşi sıra yürüyen, şamata yapan çocuk kalabalığını yararak geliyor: Elinde anlı şanlı kırbacını sallayarak! Bu kırbaç oyunda çok önemli! Köyün tüm çocukları ardında. Arap’ın belinin biraz altında, göbeğinin hemen üstünden, koskoca uzun bıçak sapı gibi bir çıkıntı, Arap’ın hareketleriyle kımıltılı, hafif yaylanarak sallanıyor. Fallus mu? Nasıl olur? Şehirli kültürüm, algım ve önyargımla bir türlü bunun ne olduğunu anlayamıyorum: Şehirde sanat filminde cinsellik yorumlanabilir, ama burada olabilir mi? Şaşkınlığımın ve kabul edemeyişimin en büyük nedeni herkesin bunu doğal karşılaması. O nedenle kendi kendime, hayır, hayır, kesinlikle fallus değil, olamaz, diyorum. Öyleyse nedir? Dayanamayıp soruyorum: Eşim dahil bıyık altından gülüp susuyorlar. Kuşkum kalmıyor, fallusu karikatürize etmişler.”

‘BAYAĞILAŞMAYLA İLGİSİ YOK’

Ortada yanan büyük ateşin kıvrak yalazları arasından binlerce kıvılcım rüzgârın etkisiyle saçılıyor; koyu gecenin üstüne yükselip sönüyorlar, ama sürekli peşi peşine yenileri geliyor. Elektrik ışığı o kadar az ki gece burada simsiyah ve yumuşacık kadife gibi, yıldızlar üzerine döşenmiş elmas! Hangi yöne baksak dağlar çepeçevre kara gölgeler halinde kuşatıyor bizi. Çevreye vahşi, büyüleyici bir güzellik hakim. Bu yabanıl gecenin içinde karikatürize edilmiş fallusuyla Baykara yadırganmıyor, bayağılaşmayla uzak yakın ilgisi yok. Bu bir eğlence ve bu doğaya çok uyumlu. Genç kızlar ve kadınlar daha geride bir duvarın dibinde toplu halde ayakta dikilerek ve daha koyu gölgelerle kuşatılmış halde Baykara’yı gülerek izliyorlar.

‘ÇEMBER DARALINCA KIRBACINI SALLIYOR’

Köy kadınlarının da başka zaman karşılaşmadığım keyifli, canlı, enerjik bir havaları var. Genç Baykara şeytansı devinimlerle havalara sıçrayarak, ince gövdesini bir erkek kara kedi gibi gerip bacakları üzerinde yaylanarak, yukarda tuttuğu kırbacını hızla savurarak ahenkli hareketlerle dans ediyor. Etrafındaki halka daralınca kendine yer açmak için kırbacını sallar sallamaz kaçışıyorlar, çünkü kırbaç da isle boyandığından değdiği her yerde kapkara iz bırakıyor. Köyün beyaz gömlekli delikanlıları, daha önceki deneyleriyle bunu bildiklerinden Baykara’nın önünden kaçıyorlar.”

BAYKARA, ‘KARA ŞAMAN’MI?

Yıldız Cıbıroğlu, Baykara’nın dansını, hepsi de birer ritüele bağlı olan Mehmet Siyahkalem’in resimlerindeki büyücü şamanların dansını anımsattığını söylüyor;“Onların arasında da danseden karaderili bir adam vardır, belki o da boyanmış bir Baykara’ydı. Şamanist Türk topluluklarında ak şaman yanında çok korkulan kara şamanlar da vardı. Yakut inanışında ilk kam bir kara şamandı.”

EZİLENLERİN TİYATROSU

Cıbıroğlu, Bilim ve Ütopya Dergisi’nin Nisan 2011sayısında (s 202) yayımlanan yazısını, tiyatro bağlamında kültür ve kültürel kimlik kavramlarını sorgulayan yazılarıyla bilinen Ahmet Cemal’den alıntıladığı uzunca bir paragrafla bitiriyor: “Eğer bugün ülkemizde tiyatroların genç adayları (…) Grotowski’ yi, Stanislawski’yi, Brecht’i, Beckett’i, Artaud’yu, Genet’yi bilmeye ve tanımaya birincil önem verirken, içinde yetiştikleri kültürün ve o kültür tarafından biçimlenmiş toplumsal gerçekliğin en azından yakın tarihine eğilmeyi bir gereksinim olarak duyumsamıyorlarsa, ya da diyelim epik tiyatro, uyumsuz tiyatro, ezilenlerin tiyatrosu vb. üzerine, bu tiyatro türlerinin hepsinin kendi kültürel ortamlarının özgül koşullarından doğduğunu görmezden gelerek mangalda kül bırakmazken, örneğin bir zamanlar TAL’ in gündeminde olan ‘Anadolu İnsanının Kültürel Kimliğinde Oyun Kavramı’ türünden çözümlemelere ilgi duymuyorlarsa, o ülkedeki tiyatro eğitiminin ne ölçüde tiyatro eğitimi olduğu gerçekten tartışmalıdır.”

BEYDİLLİ CANLI BİR MÜZE

Beydilli, yazıya dökülerek kayıt altına alınanla, yaşananın; geçmişle bugünün iç içe geçtiği bir kültür katmanı. Yukarı Köprüçay Havzasını çevreleyen bir çok köyde olduğu gibi bu toprakların kadim kültürünün hiç değilse hala hafızalarda yaşadığı canlı bir müze niteliğinde. Paşa Dayı’nın anlattıklarıyla, Yıldız Cıbıroğlu’nun 25 yıl önce yaşayıp etkilendiği gösterinin içinden geçip, Köprüçay’ın yatağına iniyoruz. Antik yollar, Romalılardan kalma su kuyuları, Çukurca, Kesme, Asar; Dedegöl. Eşeklerle ve sırtlarında odun taşıyan Kesmeli sert yüzlü kadınları gördükçe, bu coğrafyada zamanın durduğuna inanıyoruz. İnsan merak ediyor, her ilde bir üniversite açmakla, öğrenci sayısıyla övünmeyi matah sayan siyasi otorite ‘bilim’ insanları, modernizmin girdabında kaybolmakta olan, Anadolu’nun binlerce yıllık kimliğinin son nüshası olan bu kültürün değerini ne zaman keşfedecekler?

Yusuf Yavuz

http://gazeteciyazaryusufyavuz.wordpress.com/

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu