TÜRKİYE’DEN AMERİKA’YA… AYNI OYUN, AYNI HİKAYE Amerikan medyasının bir numaralı gündem maddelerinden biri Türkiye. Türkiye’de medya her gün AKP, Cemaat, yolsuzluk üzerine yazılarla yıkılıyor. Ama iş öyle bir noktaya geldi ki, siyasetin kutuplaşma üzerinden yürümesi, gerçeğin ne olduğunun önüne geçiyor. Erdoğan’ın her gün onlarca TV kanallarından verdiği mesajlar sanal, hatta hiper gerçeklik haline dönüşüyor. Olayları ağırlıklı TV’lerden izleyen toplumun büyük bölümü, komplo teorilerine inanırken demokrasinin temel kurumlarının yok edilmesine aldırış etmiyor.
Sorun sadece siyasetçilerde kalsa keşke. Halkın kendisi de feci bir şekilde bölünmüş, birbirini sevmiyor, güvenmiyor, hatta ötekinden nefret ediyor. Artık her türlü siyasi gücü eline geçiren çoğunluk, kuşaklar boyunca biriktirdiği öfkeyi “öteki”ne yöneltiyor. “Şimdi sıra bizde, haddinizi bilin” diyor. Ama fırsatını bulunca rüşvet alıyor, rüşvet veriyor, yolsuzluk yapıyor. Diğer taraf da onlardan geri kalmıyor, “geri, cahil, yobaz” diyerek küçümsüyor diğerini; iş yapmıyor, sadece eleştiriyor, yapanı da küçümsüyor.
OKYANUS AŞILSA DA TABLO DEĞİŞMİYOR
Türkiye’de hal böyleyken, Amerika’da bile tablo değişmiyor. Burada da Türk toplumu “şucu, bucu”, pek çok sıfatla derinden bölünmüş. Aynen Türkiye’de olduğu gibi kimin ne söylediği değil, hangi taraftan olduğu önemli. Eğer bir taraftan değilseniz, o zaman dış bir gücün piyonu olabilirsiniz ancak.
Amerika’daki onlarca sivil örgütün çatı organizasyonu Türk Amerikan Dernekleri Federasyonu’nda (TADF) yaşananlar bu kültürü çok güzel hikayeleştiriyor.
Hikayenin başrolünde Federasyon Başkanı Ali Çınar adlı Amerika’nın farklı fikirlere saygı duyan ama toplumsal gücü ortak amaçlar için bir araya getiren, canlı sivil toplum geleneğini özümsemiş, pozitif milliyetçi genç bir adam var. Başkanlığı süresince pek çok sivil proje başlatmış ama milli sosyal rahatsızlıklarımızla kısa sürede tanışmış. İcra Kurulu içindeki üyeler, Çınar’a yakın görünüp, arkadan kuyusunu kazmaya başlamakta gecikmemişler. Toplum içinde de negatif direnç kültürü de “kadına şiddete hayır” gibi projelerin karşısına hep bir engel olarak dikilmiş. Negatif tavırda ne ararsanız var: Hiç bir şey yapmadan düzenlenen her aktiviteyi eleştirme, toplumun mağdurlarına yardım faaliyetlerini, dayanışmayı küçümseme, hatta dalga geçme, Amerikan kültüründe çok güçlü bir gelenek olan bağış kampanyalarına ilgi göstermeme… Ali Çınar “birleştiricilik ve hoşgörü” değerleri üzerinde politika yapmanın bedelini iki yılda yeterince ödeyip geçen hafta hayal kırıklığı içinde havlu attı.
Biraz geriye gidelim ve Amerika’ya 1830’lı’li yıllarda gelen Fransız sosyolog Tocqueville’e bakalım. Tocqueville ülkede dindar kitlelerin birbiriyle dayanışma içinde, müthiş bir dinamizmle kendi hayatlarını ilerletici sivil faaliyetlerde bulunduğunu anlatır. Tocqueville’nin tasvir ettiği bu inanılmaz canlı sivil hayat, birbirine güven, sosyal kenetlenme ve uyum, üzerinde döner.
KİMSEYE GÜVENMEYEN BİR KÜLTÜR
Tocqueville’in Amerikan sivil toplum anlatısından 180 yıl sonra, Kuzey Amerika’dan yüzü aşkın gazetecinin New York’ta buluştuğu bir toplantıda Toronto’dan bir web yayıncısı, kentteki Türklerin AKP’li, Cemaatçi, Atatürkçü, ülkücü olarak bölündüğünü, bırakın herhangi bir amaç, ya da sivil bir proje için birlikte çalışmayı, “çay içmek” için bile bir araya gelemediklerinden yakınıyordu.
Yapılan araştırmalara göre, bireylerin birbirine güven düzeyi açısından Türkiye’nin dünyanın güven düzeyi en düşük toplumlarından olması, bu kültürel sorunun temelini işaret ediyor. Kendi içinde birbirine güvenmeyen ülke insanı, yine araştırmaların da kanıtladığı gibi, diğer ülkeleri tehdit olarak gören, dış dünyaya karşı korkularla dolu, endişeli bir ruh haletiyle yaşıyor.
Diğer yandan Amerikan sivil hayatı ve liberal demokrasisi Protestan ahlak üzerinde yükseldi. AKP ise ilk iki döneminde İslamı hayatın içinde görünür kılarken, protestan ahlaka benzer şekilde çalışkanlığı, dayanışmayı, demokratik açılımları, bir sürü kusuruna rağmen öne çıkaran, kapsayıcı bir politika izledi. Şimdi ise tüm bu kazanımların buharlaştığı, İslamcı kadroların yolsuzluğa bulaştığı sıfır noktasına geri dönüyoruz. Laiklerden sonra dindar muhafazakarlığın toplumun ana merkezine oturması da çözüm olamadı. AKP’lisi Cemaatçisi dindar liderler, hoşgörüsüz, sevgisiz, hoyrat, rövanşist duygularla, amaca giden her yol mübah diyen Makyevelist bir anlayışla devlet aygıtını ele geçirmeye çalıştı. Hele bir ele geçirsinler devleti, ahlak arkadan gelirdi nasılsa… Atatürkçüsü, CHP’lisi de bu siyaset oyununa sadece tepki verdi, “hayır” dedi her fırsatta, ama eleştirmekten öteye gidemedi, neyi nasıl yapacağını söyleyemedi, demokratik bir alternatif yaratamadı. Tüm ülkeyi ayağa kaldıran Gezi’den bile, muhalif güçleri bir araya getirecek, kenetleyecek alternatif bir siyaset çıkamadı.
Evet, hukuk düzenine vurulan darbeleri dindar muhafazakarların büyük çoğunluğunun darbe söylemiyle onayladığı, bazı entelektüellerin bu durumu “liberal demokrasi bir ütopyadır, hükümet, biraz hukuku çiğnese de kendini koruyor nihayetinde” şeklinde açıkladıkları giderek saçma sapanlaşan bir hikayenin içinde hep birlikte savruluyoruz. Kutuplaşma, öfke giderek yayılıyor, hoşgörünün kalan kırıntılarını da yok ediyor, otoriter, faşizan bir anlayışın altyapısını sağlamlaştırıyor, okyanusun ötesinde bile aynı hikaye sahne alıyor.