Güncel

Türkiye ve Ortadoğu’da İslamın Politik Gücü

Türkiye ve Orta Doğu’daki gelişmeler dünü ve bugünüyle tarihsel sürecin bir bütün olarak analiz edilmesini ve söz konusu gelişmelerin reel politik açıdan değerlendirmeye tabi tutulmasını gerekli kılıyor. Aksi takdirde bugün tam olarak ne olup bittiğini anlayabilmemiz ve yarın neler olacağı hakkında doğru öngörülerde bulunabilmemiz mümkün değil.

Politik ve toplumsal açıdan etkili bir muhalefet gerçekleştirebilmek için öncelikle mevcut sosyo-kültürel yapıyı sağlıklı bir biçimde analiz etmek, dolayısıyla toplumu şekillendiren veya yönlendiren dinî-kültürel dinamikleri dikkate almak, bunlardan gerektiği yer ve zamanda çarpıtma yoluna başvurmaksızın olduğu gibi yararlanmak gerekir. Bunu yapamıyorsanız içinde doğup büyüdüğünüz toplumun, üzerinde yaşadığınız ülkenin yabancısısınız demektir.

Kesin olan şu ki bu ülkede politik muhalefet halkı tanımadığı gibi yaşadığımız ülkenin sosyolojisi hakkında da sağlıklı bir bilgiye sahip değil. Muhalefetin halkın inancı, kültürü ve değer yargıları hakkında Bernard Lewis, Gilles Kepel ve Henry Laoust gibi Batılı akademisyenler ve şarkiyatçılar kadar dahi bilgisi yok. Karşılarındaki politik gücün beslendiği fikrî kaynakları tanımıyorlar, söz konusu kaynakların muhtevasına vakıf değiller, bu konuda sahip oldukları malûmat oldukça sınırlı. Onlar sanki bir başka coğrafyada, bir başka inanç-kültür havzasında yaşıyormuş gibi davranıyorlar, bu yüzden mevcut politik muhalefet kısır, yüzeysel ve itici.

Laik-seküler politik muhalefet, sahip olduğu düşünce ve dünya görüşü itibariyle 21. Yüzyılda dinin hâlâ başat rol oynuyor olmasını anlamsız ve saçma buluyor. Hiç şüphesiz bunun nedeni, onların şimdiye kadar İslamiyet, İslam Dünyası ve dünya genelindeki politik İslamî hareketler üzerinde adamakıllı düşünmemiş, haliyle söz konusu dünyaya ilişkin tarihî, felsefî, sosyal, kültürel ve politik açıdan kapsamlı okuma, araştırma ve analiz yapma gereği duymamış olmalarıdır.

Politik muhalefetin temelde bilmediği veya anlayamadığı iki şey var:

Birincisi, Müslüman bir coğrafyada yaşıyoruz, İslamiyet bu coğrafyanın moral-motivasyonunu sağlayan temel unsur. Artı Müslüman halkın politik talepleri var; kendilerini politik arenada ifade etmek, karar alma süreçleri ve mekanizmalarında yer almak, söz sahibi olmak istiyorlar. AKP, on bir yıl boyunca onların bu taleplerine fazlasıyla cevap verdi. Kemalist laiklik tarafından sürekli ağır baskı altında tutulan İslamî kesimin haklarını iade etti, geleneksel cemaatleri ve politik İslamcı oluşumları her yönden besledi, geliştirdi ve güçlendirdi. Bunu yaparken toplumun muhalif kesimlerini de devlet aygıtını kullanarak elinden geldiği ölçüde etkisiz hale getirmeye çalıştı.

İkincisi, Hıristiyanlık’ta, dolayısıyla Batı’da din ve devletin birbirlerinden ayrı ifade edilmelerine karşın İslamiyet ve İslam Dünyası söz konusu olduğunda nihai açıdan böyle bir ayrım mümkün olmamaktadır. Hıristiyanlık açık bir biçimde Tanrı’yı ve Sezar’ı birbirinden ayrı güçler olarak zikrederken İslamiyet hayatın her alanında Tanrı’nın otoritesini ön plana çıkarır, sosyal, politik, ekonomik ve hukukî planda O’nu birler. İslam Peygamberi aynı zamanda bir devlet adamıdır; Medine’de İslam toplumunun dinî, politik ve askerî lideri olarak yeni bir sosyo-ekonomik düzen tesis etmiş, davaları hükme bağlamış, zekât (zorunlu vergi*) toplamış, ordu kurmuş, savaşa çıkmış, anlaşmalar yapmıştır.

Aynı şekilde İslam tarihinin ilk dört halifesi Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali de üniter ve merkezî bir devlet anlayışına sahip oldular. Müslümanların politik birliğini sağlayan merkezî yönetime dayalı hilafet, İslam Dünyası’nda yalnızca politik açıdan değil dinî-ahlakî açıdan da toplumsal yapıya müdahalede bulundu. İslam devleti otoriter ve fakat aynı zamanda da cemaatçi/toplumcu bir devletti. Muaviye’yle birlikte İslam âleminde hilafetin saltanata dönüştüğü söylense de -ki bu doğru bir tespittir- neticede Şeriat genel geçer kabul görmüş ve sürekli bir biçimde uygulana gelmiştir.

İslamiyet’in politik alandaki hâkimiyeti, İmparatorluğun çöküşüyle birlikte Türkiye’de ve Orta Doğu’da pratik açıdan akamete uğradı. Türkiye’de Cumhuriyet, Orta Doğu’da ise dışarıdan ihraç edilen dikta rejimleri İslamiyet’i politik alanın dışında bıraktı. Fakat her ne kadar baskı altında tutulsa da, dinî düşünce Müslüman halkların zihninde canlılığını bir şekilde korudu.

Süreç içinde Pakistan, Mısır ve İran İslamî hareketleri politik İslam’ı güçlü bir şekilde yeniden gündeme getirdi. Türkiye’de Kemalist laikliğin, Mısır’da Nâsır’ın -onun ardından Sedat ve Mübarek’in-, İran’da ise Şahlık rejiminin baskıları nihai açıdan sonuçsuz kaldı. Mısır’da Müslüman Kardeşler askerî darbe ile tekrar devre dışı bırakılmış olsa da, bu tür baskı ve yaptırımların etkisi daha önce olduğu gibi yine belli bir dönemle sınırlı kalacak, tecrit politikaları uzun vadede başarısız olacaktır.

Özetle ortaya çıktığı ilk dönemden itibaren İslamiyet’te din ve politika asla birbirinden ayrılmamış, aksine iç içe geçmiştir. İslam’ın temelini oluşturan Tevhid/Birlik ilkesi gereği Tanrı’dan bağımsız herhangi bir alan tasavvur etmek mümkün olamayacağı için, O’nun sosyal, politik, ekonomik veya hukukî alanda -bunların sadece birinde dahi- devre dışı bırakılması yahut bu alanlardan herhangi birinin sekülarizasyonu İslamî literatürde şirk ve küfr, yani Tanrı’ya ortak koşmak ve Hakikat’in inkârı olarak nitelendirilmiştir. İslam’ın ana (temel) teorik metinleri (Kur’an-Hadis) ve tarihsel pratiği bunu açık bir biçimde ortaya koyar.

Bu nedenledir ki yaşadığımız coğrafyada laiklik, Batılılaşma politikaları neticesinde her ne kadar belli bir karşılık bulmuş olsa da, mevcut sosyo-kültürel yapı itibariyle İslamiyet, Türkiye’de ve daha geniş planda İslam Dünyası’nda Müslüman halkların politik taleplerini şekillendiren temel unsurdur. Bu noktada Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerde dinî düşüncenin etki alanının, Batı ülkelerine oranla epey geniş olduğunu da ayrıca not etmemiz gerekir.

Ne var ki İslamiyet’in önemi, onun bireysel ve toplumsal tüm boyutlarıyla geçerliliğini koruyan etkili bir unsur olduğu gerçeği, gerek Türkiye’de gerek dış dünyada uzun süre görmezden gelindi. İslamiyet’in politik-ideolojik gücü, dolayısıyla şartlara göre zaman zaman değişiklik gösterebilen bununla beraber süreklilik arz eden politik-ideolojik İslamî hareketlerin yükselişi hafife alındığı için, İslam’ın Türkiye, Orta Doğu ve dünya genelindeki rolü üzerinde düşünme gereği duyulmadı.

Türkiye’de politik muhalefet hâlâ tam olarak bunun farkında değil; politikanın inişli çıkışlı ortamında, İslamcılığın diğer politik hareketler gibi sıkıntılı durumlar yaşadığı zaman dilimlerinde, muhalif kesimler tarafından “Politik İslam’ın çöküşü, sonu, iflası” vb. temenniye dayalı yanıltıcı söylemlerin gündeme getirilmesi bunun en açık göstergesi.

Buna karşın durumun farkında olan bir kısım Solcu-Sosyalist muhalifler eklektizm bataklığına saplanmış bulunuyorlar. Aynı şekilde duruma göre kimi zaman Solcu-Sosyalist, kimi zaman da Ulusalcı kesimlerle birlikte hareket eden politik “dindar” muhalefetin de sosyal karşılık bulmadığı ortada; onlar eklektizm bataklığına saplanmış olmalarının yanı sıra içeriden değil dışarıdan konuşuyorlar, itici bir dil kullanıyorlar ve Müslüman cemaati tamamen karşılarına almış durumdalar.

Dilini yeniden kurmaya çalışan, yerel seçimler için muhafazakâr-mütedeyyin adaylar gösteren CHP, eskiye oranla bir parça da olsa durumun farkına varmış görünmesine karşın henüz tam olarak ne yapması gerektiğini bilmiyor. Onun temel problemi zihinsel olarak Fransız tipi laiklikten kopamamasıdır.

Gülen Cemaati’nin politik İslam’ı hedef tahtasına oturtan, İslamcıların devletle olan ilişkilerini sorgulayan muhalefeti ise oldukça çelişkili, çünkü onların cemaat olarak politikanın tam göbeğinde yer aldıkları görülüyor, artı kayıt dışı politik yollarla devleti ele geçirme teşebbüsleri de ifşa edilmiş durumda. Bu yüzden Gülen medyası yazarlarının AKP’ye yönelik politik İslam eleştirileri havada kalıyor.

Mevcut politik yapının dışında müstakil bir toplumsal muhalefet gerçekleştirmeye çalışan -bir kısım- din ve dindarlık karşıtı İslamofobik oluşumlara gelince, daha önce de ifade ettiğim gibi bu tür muhalif hareketlerin başarı şansı yok. Temelde anlayamadıkları şey şu: Tanrı kavramı tarih boyunca vardı ve var olmaya devam edecek. Tanrı kavramının yeryüzünden silinmesi veya dinin ilelebet yok edilmesi mümkün değil. Zaman zaman bastırılabilirse de -ki bu da ancak zor ve baskı yoluyla mümkün olabilir- duruma göre orta veya uzun vadede dinin daha güçlü ve etkili bir biçimde geri dönüş yapması kaçınılmaz.

Bu bakımdan söz konusu muhalif hareketlerin mevcut sosyo-kültürel yapıda en azından nötr bir yaklaşıma sahip olmaları gerekir. Harekete geçirip devrim yapmayı planladıkları halkın dinine açıktan açığa cephe almaları akıl kârı değil. Bu tür hareketler sonuçsuz kalmaya mahkûm.

Sonuç olarak eğer politik muhalefet başarılı olmak istiyorsa, İslamiyet’in bu coğrafyada başat rol oynadığını kavramak, doğru analizler yapmak, Müslüman halkın politik taleplerini dikkate almak ve söz konusu taleplere bir şekilde karşılık vermek zorunda. Muhalefet bu konuda güven vermediği ve alternatif teşkil etmediği sürece mevcut hükümete operasyon üstüne operasyon yapılsa dahi başarılı olamaz.

* Zekât, Müslümanlara yönelik bir tür zorunlu vergidir ve merkezî olarak tahsil edilir.

Ömer Yılmaz

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu