Bir zamanlar bir bilim adamı bir topluluğa konuşuyormuş. Yaşlı bir kadın söz alıp, “evladım dünya boşlukta dönüyor falan diyorsun ama aslında dünya bir kaplumbağanın sırtındadır.” demiş. Bilim adamı da kadıncağızı köşeye sıkıştırmak için; “pekâlâ kaplumbağa neyin üzerinde o zaman?” diye sorunca, o da evladım sen çok zeki olduğunu düşünüyorsun ama ondan sonrası hep kaplumbağa zaten” diye cevap vermiş.
Günümüzde öğretilen uzay kavramı, bizden yüzbinlerce kilometre uzakta başlayan, içinde gök cisimlerinin yüzdüğü vakumlu bir boşluktan ibarettir. Mutlak bir boşluk olarak anlatılır. Bu nedenle insanlar onun bir tür yokluk olduğunu zannederler. Uzayın ne olduğunu tanımlamadan önce yanlış bir algıyı düzeltmekte fayda var. Uzay, bir uzay mekiğine binip epey yol aldıktan sonra ulaştığımız bir yer değildir. Elbette ki ilim bunu iddia etmemektedir ama gündelik yaşamda ve bilimle uğraşmayan pek çok kişide böyle bir kanaat vardır. Standart bir eğitim alan herkes biraz tefekkür etse bu kanaatinden vazgeçecek ya da doğrusu anlatıldığında kolayca kabul edecektir. Uzay, o kadar uzak değildir. Maddeyi oluşturan zerrelerin arası da uzayın bir bölgesidir. Dünyanın merkezinde matematiksel olarak neresi sıfır noktası ise, oradan başlayıp atmosferin en uzak noktasındaki hava molekülüne kadar olan her yer, mikroptan balinaya, kayalardan havaya, otlardan çınarlara, derelerden okyanuslara kadar akla gelen gelmeyen büyük küçük her şeyi oluşturan maddenin zerreleri arasındaki alan, sınırsız uzayın ayrılmaz parçalarıdır. Bir atomun yörüngesindeki elektronları ile çekirdeği birbirinden o kadar uzaktır ki, güneş sistemi atom kadar küçülseydi, dünya güneşe elektronun çekirdeğe olan uzaklığına kıyasla çok daha yakın olurdu. Bizler makroskopik bedenlerde ikamet ettiğimiz için ölçüm standartlarımız da makroskopik referanslarla belirlidir. Bu yüzden atomların küçük olduğunu zannederiz. Bu aslında göreceli bir küçüklükten başka bir şey değildir. Nihayetinde uzayın içimizde hatta en sert kayanın bile içinde olduğunu anlıyoruz. Uzaya gitmek için uzaklara gitmeye gerek yok. Tüm varlıklar uzayın içine konmuş zerrelerden ve zerre kümelerinden oluşmaktadır. Bunların bir araya getirilişindeki ilim, sanat ve kanunlar ile bu zerre kümelerinin bazıları biz insanların, bazıları hayvanların bazıları da bitkilerin bedeni olmuş, daha basit kümeler de hava, su, toprak ve plazma olmuştur, hepsi bu kadar.
Uzayın mahiyeti ise biraz daha zor ve ihtilaflı bir meseledir. Uzun yıllar boyunca hatta kadim zamanlardan beri uzayı, yani gök cisimlerinin ve zerrelerin arasını dolduran çok latif bir maddenin varlığı tartışılmış, 19. yüzyıla kadar da genel kabul görmüştür. Bu madde esir maddesi olarak bilinir. Esir, ışığın -su dalgalarında olduğu gibi- yayılabileceği bir ortama ihtiyaç duyacağı fikri ile ortaya atılmıştı. Michelson ve Morley isimli fizikçiler bunun varlığını ispatlama hırsı ile bir deney tasarlamışlardı. Deneyin ayrıntılarının önemi yok, ama sonunda büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlardı. Bilim dünyası deney düzeneğini mantıklı ve geçerli bulduklarından deneyin sonucunu da geçerli kabul etmişti. Esir maddesi fikri büyük bir taraftar kitlesi kaybetmişti. Ardından Maxwell elektromanyetik dalgalara ait meşhur denklemlerini yazınca, ışık dâhil herhangi bir elektromanyetik dalganın yayılması için esir gibi bir ortama gerek olmadığını ileri sürmüştür. Denklemler o kadar hassas sonuçlar ve yenilikler getirdi ki, kimse Maxwell’i yüksek sesle eleştirmeye cesaret edemedi. Bundan sonra bilimde esir fikri bir nostaljiye dönüşüp terk edildi. Uzayın esirle dolu olduğu fikrinden vazgeçildi ve sonsuz bir boşluk olduğu kabul edildi. Aslında iki fikir birbirine zıt görünse de aynı bakış açısından beslenmekteydi. Esiri savunanlar büyük bir paradigma yanlışı içindeydi. Uzayın esirden yapıldığını değil de, uzayın esirle dolu olduğunu düşünüyorlardı. Bu, uzayın mahiyetine ait bir fikir değildi aslında. Fark etmeseler de esiri harici bir unsur, uzayı da salt boşluk olarak tanımlamışlardı.
Nihayetinde esiri ölçme girişimleri hep başarısız oldu ve esir olmayınca geriye sınırsız bir boşluk kaldı. Einstein, kütle çekimi anlayışımızı ve Newton’un tahtını temelinden yıkan genel izafiyet kuramını ortaya attığında uzayın mahiyeti tartışmaları yeniden alevlendi. Bu teoriye göre bir kütle, içinde bulunduğu dört boyutlu uzayı büker ve bu bükülme ile bir cisim için o kütle etrafındaki iki nokta arasında kat edilecek en kısa mesafe artık bir doğru değil, parabol, hiperbol, elips ve daire olabilmektedir. Işık da bu bükülmeden nasibini almaktadır. Uzayın eğilmesi fikri zihinleri allak bullak edip, bunun şoku bile atlatılamamışken, Einstein soğuk duş etkisi yapan dördüncü boyutu ortaya attı. Bu yeni yaklaşım, insanları önceki düşüncelerinden vazgeçirdi. Pek çok fikir gibi uzayın yapısı da tartışılmaya başlandı. Çünkü, madem eğilip bükülüyor, o halde uzay boşluk ve yokluk değildi, uzay bir şey olmalıydı ama esirden de vazgeçilmişti. Fikir basit ama devrimseldi: uzay bir “şey”di, bir şeyle dolu değil. Belki de bu bilimin putlarına indirilen ilk darbeydi.
Peki, uzay madem bir “şey”dir, bir vücudu var, o halde mahiyeti nedir? Uzay, unsurlarına ayrılmayan, basit bir varlık mıdır? Atkı ve örgülerden oluşan bir kumaş gibi midir? Çok küçük temel birimlerden oluşan bir yap boz mudur? Uzayın mahiyeti için henüz bilim dünyasında genel kabul görür bir fikir yok. Felsefi fikir ayrılıkları bir yana, deneysel veriler de oldukça yetersiz. Her ne kadar bilim, izafiyet, kuantum ve sicim kuramları ile determinizmden ve salt maddecilikten bir nebze uzaklaşsa da, onları ortaya koyan bilimcilerin materyalist anlayışlarından etkilenmektedir.
Evrende, bir bütünün parçalarının bütüne ait özelliklerden numuneler taşıdığı şeklinde bir hükmün var olduğunu görüyoruz. Fraktallarda** olduğu gibi sadece şeklen değil, bileşenler ya da parçalar karakter olarak da bütüne ait motifler taşırlar. Büyük bir düşünür, “Balık için su, kuş için hava ne ise, yıldızlar için esir de odur.” anlamına gelen bir ifade kullanmıştır. Hava ve su bu kâinatın bir parçası, bir unsurudur. Evrenin tamamına ya da kendilerinin bir parçası oldukları daha büyük bir bütün olan uzayın mahiyetine dair özellikler taşırlar. Fizikte genel kabul, elektromanyetik dalgalar gibi, maddenin de dalga özelliği gösterdiğidir. Dalga denince akla gelen ilk şey su oluyor. Sakin, turkuvaz mavisi bir denizde belinize kadar suyun içinde olduğunuzu düşünün. Birden ve hızla yakınınızdan bir tekne geçiyor, suda nispeten büyük dalgalar oluşturuyor. Dalgalar ilerleyip size çarpıyor ve ayakta duramayıp düşüyorsunuz. Sizi düşüren dalganın taşıdığı enerjidir. Dalga denizden ayrı bir varlık değildir. Ne gemiye, ne de size ait, hatta yer değiştiren bir varlık da değil. Bununla birlikte dalganın denizden ayrı sabit bir hakikati de var.
Maddenin aslını, mahiyetini ya da eşyanın hakikatini anlamak amacı ile parçacık hızlandırıcılarda yapılan deneylerde, yüzlerce atom altı parçacık keşfedildi. Derinlere inildikçe çeşitlilik ve sayılar azalmak yerine arttı ve maddeyi anlamak daha da karmaşık hale geldi. Elde edilen bilgilerle artık bölünemeyen bir taban bilgiye ulaşmaya yaklaş-maktan çok uzak kalındı. Elbette ki birbirinden farklı, birbirini destekleyen ya da reddeden çok sayıda görüş var ama bilim dünyasındaki genel kabullerle hala eşyanın hakikatine ulaşılamıyor.
Maddeyi oluşturan zerreler –zerre, en küçük ve temel eleman olsun- uzayın vücudu içine yayılmıştır. Maddeye, uzayın yapısında ya da dokusundaki bir dalgalanma olarak bakalım ve basit bir düşünce deneyi yapalım. Tek parçacıklı bir evren düşünelim. Bu parçacığın madde özelliklerini gösterebilmesi imkânsızdır. Bundan dolayı harici varlığını ortaya koyamaz. Çünkü, etkileşmemekte ve gözlemlenememektedir. Bu tek parçacık ilerlese ya da dönseydi, ölçülebilir hiçbir parametresi olmayacaktı, ne hızı ne yer değiştirmesi anlamlı olacaktı. O halde hareket etmeyecek ve dönmeyecekti de. İçinde harici bir varlık olmayan sınırsız bir deniz gibi. Böyle bir denize dokunan bir parmağın oluşturduğu dalgalar hiçbir şeye çarpmayacaktır, asla bilinemeyecektir. Böylece geriye sadece su kalır ve dalga bilinmez. Madde ancak başka maddelerin de varlığında karakterini ortaya koyabilmektedir. Gözlemci, maddelerin etkileşimlerini incelediğinde maddeyi uzaydan ayrı tutmakta ve uzayı gözlemleyememektedir. Suda yüzen irili ufaklı buz kütleleri düşünün, sizde bunlardan birisisiniz.
Başka bir buzun suda oluşturduğu dalga gelip size çarpıyor. Dalganın varlığını, enerjisini ve etkilerini belirleyerek algılıyor; sizden uzakta bir şeyler olduğunu biliyorsunuz. Aslında sudan başka bir şey yok. Maddeden bize taşınan bilgi sayesinde kâinatı ve tabiatı fark edip okuyabiliyoruz ama maddelerin çoklukları içinde o koca uzayın vücudunu okuyamıyoruz, onu fark edemeyeceğimiz kadar ince ve latif zannediyoruz. Aslında uzay da madde kadar kesiftir. Sadece saf halde. Tabiattaki her cisim ve zerre hareket halindedir. Titreşirler, yer değiştirip dönerler. Bu dinamizmi var kılan, maddelerin birbirlerine referans olmasıdır. Her şey döner ve hareket eder, çünkü madde uzayda bir dalgalanmaysa, varlığının devamı bu dalgalanmalara bağlıdır. Aslında mutlak bir dönme hareketi yoktur. Dönme izafi bir harekettir. Döndüğünü düşündüğümüz her şey aynı zamanda bir noktadan diğerine gitmekte, ötelenmektedir. Dönen bir varlık aynı zamanda öteleme hareketi yapıyorsa bunun yaptığı ortak ve gerçek hareket dalga hareketidir. Evrende dairesel hareketler değil, karmaşık spiraller vardır. Uzaydaki dalgalanmanın izdüşümü varlıkların hareketinde görünüyor. Uzayın dokusunda gezen bir kalem onda, sürekli dalgalanmalara sebep olup bu kâinat tablosunu resmediyor.
Kaynak : Ekoloji Magazin
www.dunyalilar.org