Gezi Parkı’na saldırının ardından yaşanan direniş, sınıfsal bir karşı koyuştan çok orta sınıf isyanı görüntüsü taşıyor. Bunun nedenleri ve olası sonuçları konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Yalçın Bürkev: Gezi Parkı direnişi, ezberleri bozan bir gelişme oldu. Bu türden son derece karmaşık nedenlerin bir sentezi olarak patlayan tüm tarihsel isyanlar gibi, bunu da basitçe çözümleme iddiasındaki açıklamalara fazla itibar edilmemelidir. Evet, bu olay açısından da, gelişmeleri tüm yüzeyselliği ile ele alanlar bunun bir “orta sınıf isyanı” olduğu iddiasındalar. Özellikle de egemen medya birçok görüntüye, slogan ve duvar yazılarındaki mizaha, eylem tarzının barışçıllığı gibi noktalara dayanarak bu tezi çokça işledi ve anlaşılan daha da işleyecek.
Elbette, bu direniş öncekilerden önemli farklar içerdiği gibi, başı çeken kesimlerin sınıfsal yapıları itibariyle de klasik bir işçi sınıfı isyanı görüntüsü çizmemektedir. Evet, olayın önemli bir boyutu “orta sınıflarla” (klasik deyimle küçük burjuvalarla) ilgilidir. Ancak isyanın başını çeken bu “orta sınıflar” kaybeden orta sınıflardır, yani proleterleşen orta sınıflardır. Direnişin başını çeken bu toplumsal kesimler aslında işçi sınıfına yeni dahil olmakta olan bir toplumsal tabakanın tepkilerini yansıtmaktadırlar. Bunlar gündelik hayatta karşımızda avukatlar, doktorlar, eczacılar, mühendisler, grafikerler, tasarımcılar, bilgisayarcılar, öğretmenler, öğretim üyeleri, vb., olarak durmakla birlikte, hızla kalıcı bir ara sınıf olma özelliklerini yitirerek işçi sınıfına dahil olmaktadırlar. Çünkü bu “orta sınıflar” neoliberal politikaların sonuçlarına bağlı olarak bir yandan mesleki olarak vasıfsızlaştırılmakta, dolayısıyla işlerine yabancılaşmaktadır. Diğer yandan ise düz ücretli emekçi kategorisine güvencesizlik koşullarında dahil olmakta ve tarihsel refah düzeylerini kalıcı olarak yitirmektedirler. Yani bu “kaybetme” durumu sadece krize bağlı olan geçici bir durum değil, kalıcı bir sınıfsal pozisyon değişimidir.
İçinden geçtiğimiz tarihsel dönemin isyan hareketlerini tetikleyen kritik olguların başında sayılmalıdır “orta sınıfların proleterleştirilmesi”. Mısır ve Tunus’taki isyan dalgalarında başı çeken işsiz üniversite mezunu gençlerin oynadığı rol de bu tarihselliği yansıtmaktaydı, onların hemen öncesinde eğitimin metalaştırılmasına karşı 2011’de patlayan Avrupa üniversite gençliğinin protesto hareketleri de.
Bu “orta sınıf” tepkilerinin bir tarihsel dalga olarak yaşanmasının altındaki temel faktör, 1980-90’larda dünya çapında yaşanan malileşmeye bağlı olarak ortaya çıkan yapay ekonomik genişlemenin bazı sektörleri hızla şişirmesiyle birlikte genişleyen “küçük burjuvaların, orta sınıfların”, 1999’dan başlayarak ama belirgin olarak 2009 küresel krizinin ardından muazzam bir “kaybedenler” kitlesine dönüşmesidir. Bu kaybeden kitleler hızla yoksullaşmakta, mülksüzleşmekte ve proleterleşmektedir. Bu kesimler, ebeveynleri tarafından daha iyi bir refah seviyesinde yaşayacakları umudu içinde egemen tüketim kalıplarına uygun olarak yetiştirilmiş, iyi eğitimli gençlerdir. Ancak bunlar hala genellikle ebeveynlerinin maddi desteği ile günlük yaşamlarını idame ettirebilmekte, henüz proleter olduklarını kabullenmemekte, bu gidişten hızla kurtulabilmek için en kestirme tepkilere yönelebilmektedirler. Günümüz Türkiye’sinin kentli “orta sınıflarının” sola, sosyal demokrasiye ve özellikle de ulusalcılığa yönelmesinin altında bu faktörler yatmaktadır. Bunlar büyük ölçüde proleter bilinç kalıplarıyla düşünmemekte ve davranmamaktadır. Esas olarak en hızlı, en kestirme günlük tepkilerle yetinmektedirler.
Sürecin temelinde yatan bu sınıfsal nesnellikler elbette düz bir biçimde siyasal bir görünüm kazanmamaktadır. Olayın siyasal bir görünüm kazanması daha dolayımlı bir hal alabilmektedir. Örneğin Türkiye’de bu genel proleterleşme sürecine yönelik tepkiler laiklik üzerinden bir tepkiye dönüşmektedir. Zira ülkemizde neoliberal politikalar “ılımlı İslamcı AKP” eliyle uygulanmaktadır. AKP bir yandan kendi orta sınıfını yaratırken diğer yandan geleneksel “orta sınıfları” ve genç “orta sınıf” adaylarını tasfiye ederek kaybedenlerin safına ittirmektedir. Yani AKP kadrolaşması aynı zamanda bu yükselen yeni orta sınıfın temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle Türkiye’de “orta sınıf proleterleşmesi” oldukça özgün bir biçimde yaşanmakta, yükselen dar bir İslamcı orta sınıf kitlesine karşın, kaybeden geniş bir diğer laik orta sınıf kitlesi mevcuttur ve bunlar İslamcılık-laiklik eksenleri üzerinden kutuplaşmaktadır.
Elbette, neoliberal politikalar ekseninde yoksullaşan, güvencesizliğe mahkum edilen ve İslamcı sosyal ağlar içinde yer almaya sıcak bakmayan ya da yer alamayan yeni işçi kitleleri sürecin öncülüğü denmese de kitleselleşmesinin temel dinamiklerinden birisidir. Ayrıca genel olarak kendilerini dışlanmış ve tehdit altında hisseden Alevilerin ve özel olarak da Suriye olayları nedeniyle Arap Alevilerinin sıcak tepkileri, yaşanan patlamanın içindeki sınıf boyuta eklenmiş kimlik eksenli tepkiler olarak not edilmelidir. Ve tabii her siyasal topluluk içindeki kadınların bu mücadeledeki öncü rolleri ve genel olarak da kadınların kitlesel katılımları dikkat çekicidir ve baskıcı muhafazakarlaşma eğilimleri karşısında belirgin bir savunma ve özgürlük refleksidir.
Zaten tüm bu gibi sınıf ve kimlik eksenli kaygılar bir arada harmanlanarak adeta açık diktatöryal bir niteliğe bürünen rejim karşısında bir özgürlük mücadelesi olarak biçimlenmiştir. Bu özgürlük mücadelesi kendisini gerek siyasal, gerek toplumsal gerekse de ekonomik baskı altında hisseden çok geniş, çok farklı kesimlerin desteğini yanına almıştır. Kaldı ki, sorunun patladığı konu da tipiktir, kentsel dönüşüm ve rant politikalarına yönelik birikmiş tepkinin dışa vurumudur. Yani günümüz Türkiye’sindeki neoliberal politikaların motor sektörüne yöneliktir. Kısacası, sorun baştan aşağı proleter eksenli bir sınıfsal özellik taşımakta, tepkiler dincilikle iç içe geçen neoliberalizme karşıdır ve asla statik bir “orta sınıf” tepkisi olarak ele alınamaz.
Bu toplumsal patlamanın sonuçları konusunda ise süreç tamamlanmadan kapsamlı şeyler söylemek için erkendir. Buna rağmen sonuç ne olursa olsun, belirgin olan şey, 1980 sonrasından bu yana sürmekte olan ve siyasetin sadece egemen politikalar ekseninde şekillendirilmesinin sonuna gelinmiş olmasıdır. Yani artık tek kale maç devri bitti ve yeni işçi sınıfı hareketinin yeniden oluşum seyrine bağlı olarak siyasete müdahil olacağı yeni bir düzlem başladı. İkinci olarak da egemenlerin son on yıldır elde ettikleri politik “istikrar” görüntüsünün orta vadede bir daha geri gelmemek üzere sonlanmış olmasıdır.
Elbette işçi sınıfının, ezilenlerin müdahilliği bir anda en gelişkin haliyle ortaya çıkmayacaktır. Aksine önümüzdeki dönemde daha pek çok irili ufaklı kendiliğindenci karakterli toplumsal patlamaya tanık olacağız. Bugün yaşananlar elbette nesnel açıdan klasik deyimle bir “devrimci durumdur” ancak öznel açıdan işçi sınıfı hareketinin yeniden oluşum sürecine tekabül etmenin getirdiği bir zayıflıkla maluldür. Bu nedenle yaşananları tarihsel olarak kıyaslayacaksak, işçi hareketinin örgütlü olduğu 20. Yüzyıl devrimlerinin (1905, 1917, vd.) ortaya çıkış koşullarıyla değil, işçi hareketinin ilk oluşum dönemlerini yansıtan 1830 isyanları ve 1848 devrimleriyle kıyaslamak daha anlamlı olacaktır.
Bu direnişin kurumsallaşması, ikili iktidar durumunun yaratılması için neler yapılabilir?
İkili iktidar durumu için direnişin kendini süreklileştireceği mevzileri (en azından dönemsel olarak) kalıcılaştırabilmesi gerekir. Mesela kent meydanlarının işgali tam da böylesi bir girişimdi. Kısa sürdü, şimdi park forumları gibi başka biçimler kazanarak sürüyor.
Bu kısa sürmüş olan haliyle dahi, mevcut siyaset kutuplaşmalarını kıran ve bir başka dünyanın mümkün olduğunu ortaya koyan ve cazibesini büyük ölçüde hedeflerine ulaşırken uyguladığı muazzam zenginlikte eylem biçimlerinden ve özellikle de karar alma süreçlerindeki “doğrudan demokrasi” yöntemlerinden alan Gezi modeli önümüzdeki dönem toplumsal muhalefetinin örnek modeli olmaya adaydır. Ancak bugün birçok ilde, hatta İstanbul’un Gezi dışındaki mekânlarında dahi bu modelin içerdiği derinliğin yaygın olarak kavranabildiğini söylemek zordur. Özellikle doğrudan demokrasi yöntemleri geliştirmek yerine pragmatik ve geçici, gündelik ittifaklara yönelerek durumu idare etmek tipik görünmektedir. Dolayısıyla Gezi modeli tüm derinliğiyle en yaygın biçimde tartışılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır. Yine bu sürecin emek ayağı oldukça zayıf ve parçalı seyretmektedir. Toplumsal muhalefetin iç ilişkileri de oldukça sorunlu cereyan etmektedir. Bu sorunları sürekli yönetimler düzeyinde aşmaya çabalamak ve bunun getirdiği sürtünmelerle sürekli olarak boğuşmak yerine, öncelikle tabanda, yerellerde, işyerlerinde Gezi modeli yaygınlaştırılmaya, derinleştirilmeye çalışılmalıdır.
Sosyalist solun ve Kürt Hareketi’nin direnişten çıkarması gereken dersler nelerdir?
Şimdiye kadar olan, bir başka siyaset düzleminin, yani bir başka dünya yaratmanın mümkün olduğunun en geniş kitleler tarafından hissedilmiş olması ve buraya giden yolun doğrudan demokrasi ilişkilerinden geçtiğinin sınanmış olmasıdır. Bu muazzam bir kazanımdır. Bu mevcut siyasal kamplaşmaların aşılma olasılığının kitlelerce hissedildiği anlamına gelmektedir. Ancak sürecin daha kalıcı biçimler kazanabilmesi için her şeyden önce toplumsal muhalefetin kendi temel zaaflarıyla yüzleşmesi gerekir. Bunların başında da ulusalcı dinamikler ile Kürt Hareketinin arasındaki kutuplaşmanın aşılamamış olması gelmektedir. Bu kesimlerin basitçe bir araya gelmesi beklenemez. Bu gibi farklı duyarlılıkları, neoliberal İslamcı diktatörlük karşıtı sol bir potada eritebilme becerisinin kritik öneme sahip olduğu çarpıcı biçimde göründü. Gezi modelinin temel sihri bunu becerebilme yeteneğinde yatmaktadır. Yine de, bir an için bu direnişe Kürt Hareketinin de aktif ve yaygın olarak katıldığını hayal edelim ve hareketin etki alanının ne muazzam sonuçlara ulaşabileceğini tahayyül edelim. Tüm Kürt illerine yayılacak ve batıdaki Kürt kitlelerini kapsayacak bir direnişin ülkede nasıl bir değişime yol açacağını tasavvur edelim. Elbette bunun olanaksızlığı ve gerçekleşmiş olması halinde yaratabileceği olası olumsuz sonuçlara ilişkin bir dizi itiraz gelecektir. Ancak bu olumsuzlukları ifade edecek olanlar, ezilenlerin arasındaki kutuplaşmaların en kolay ve en kalıcı biçimde toplumsal mücadeleler içinde aşılabileceğini de göz önünde tutmalıdırlar. Elbette bu potansiyel önümüzdeki süreçte de tüm ezilenlerin mücadeleleri açısından bir kritik bir ders ve olanak anlamına gelecektir. Ve tabii bugüne kadar izlenen çizgilerin de (geleceğin önünü açmak açısından) geriye dönük olarak yeniden gözden geçirilmesini gerektirecektir.
Toplumsal muhalefetin tüm kanatları açısından bu isyan dalgasından hemen göze çarpan bir dizi ders çıkarmak mümkündür.
Birincisi, Türkiye’deki egemen ulusalcı odakların sağ bir kafa yapısına sahip olduğu ama ulusalcı duyarlılığa sahip kitlelerin (özellikle yoksul ve alt-orta gelir gruplarında) belirgin biçimde düzendışı tepkilere sahip oldukları bir kez daha çarpıcı biçimde görüldü. Doğu Perinçek (ve İP), bu süreçten çıkış için önerdiği İP-CHP-MHP koalisyonuna dayalı bir “milli geçiş hükümetiyle” ne denli sağa ve düzeniçi bir pozisyona düştüyse, solla ve hatta yerellerde hareketli olan bazı Kürt unsurlarla bir arada davranan (özellikle CHP tabanındaki) ulusalcı duyarlılıkları güçlü kesimler o denli düzendışı bir yönelime sahip olduklarını sergilediler. CHP yönetimi ne denli devlet aklıyla “sağduyulu”, sermaye kesimlerinin duyarlılıklarına hassasiyet gösteren, sınırlayıcı bir tutum takındıysa, CHP tabanı o denli radikal yönelimler içinde olabileceğini sergiledi. Toplumsal muhalefetin tüm kesimlerinin bu gerçek durumu gözeterek hareket etmesi gerektiği ortadadır. Bu kesimler mevcuttaki sağ-ulusalcı veya liberal önderliklere terk edilemeyeceği gibi, “doğruyu biz söylüyoruz, bize gelin” türü sol lafazanlıklara da terk edilemezler. Taban hareketliliğini esas alarak bu sorunların üzerine cesaretle yürünmelidir.
İkincisi, solun kendi mevcut kalıplarını kıran bir yaklaşım benimsemesidir. Toplumsal hareketlilik solun sahip olduğu tüm bürokratik, dar kalıpçı, edilgen, yırtıcılıktan ve kapsayıcılıktan uzak, küçük hedeflere kilitlenmeyi zorunlu kılan bürokratik alışkanlıklarıyla yüzleşebilmesi için uygun bir fırsat yarattı. Bu fırsat, tarz, program, örgütlenme ve mücadele anlayışı açılarından köklü bir yeniden değerlendirmeyi gerektirmektedir. Bu açıdan Gezi modeliyle belirginleşen yaratıcı eylem hattı ve doğrudan demokrasi pratikleri (kararların forumlarla alınması, grup tavırlarının grup içi gerçek tartışmaların ardından belirginleştirilmesi, vb.) özellikle önemlidir. Ayrıca Gezi Direnişinin bugüne kadar solun ve toplumsal muhalefetin başaramadığı bir çoğulculuğu kendi bünyesinde tesis edebilmiş olması, bu ezilen kesimlerin birbiriyle pozitif bir etkileşim içinde ilişki kurabilmiş olmaları son derece önemliydi.
Üçüncü olarak, Kürt Ulusal Hareketi’nin üzerindeki liberal basınçla yüzleşmemesinin yarattığı sorunlar üzerinde durma zorunluluğunun belirginleşmiş olmasıdır. Bilindiği üzere, bu dönemde Kürt Ulusal Hareketi “uluslararası fırsatları” ve egemenler ile pazarlığı esas alan bir siyaset izlemektedir. Buna karşın, Kürt Hareketi en geniş ve en dinamik Kürt kitlesinin yaşadığı Türkiye’de ise, “barış sürecini ve AKP ile birlikte yürüttüğü açılımı zedeleyebilir” gerekçesiyle patlayan tarihsel önemdeki halk hareketine yönelik tereddütlü, temkinli, mesafeli bir tutum ortaya koymuştur. Kanaatimce, hareket bu tereddütlü tutumun üstünü örtüp geçmemeli, buna yol açan nedenlerle ciddi biçimde yüzleşmeli ve bunun sonuçlarını, kaçırılan fırsatları derinlikli bir şekilde analiz etmelidir. Bu durum sadece taktik adımların düzeltilmesiyle halledilemez. Haziran ayı boyunca süren isyan dalgasından ve Gezi Parkı deneyiminden hepimizin olduğu kadar Kürt Ulusal Hareketinin de çıkaracağı pek çok ders olmalıdır.
Son olarak, bir hak mücadelesi niteliğiyle, taban hareketi biçiminde verili tüm siyasal aktörleri aşarak gelişen Gezi direnişinin nasıl muazzam bir kitle patlamasına dönüştüğü, çarpıcı biçimde iktidarı nasıl sarstığı ve alternatif bir iktidar adayı olma potansiyelini nasıl bilinçlere çıkardığına işaret etmek isterim. Kuşkusuz burada her şey birbirini bütünlemekle birlikte, mücadele tarzının deyim yerindeyse militan “sivil itaatsizlik” formlarıyla yürüyen bir “sivil direniş” olarak, şiddeti son derece sınırlı ve savunma amacının meşruluğu etrafında ele alarak gelişmesinin rolüne değinmek gerekir. Bu direniş tarzı, sınıf hareketinin bugünkü yeniden oluşum dönemine özgüdür. Muazzam ölçüde militerleşen iktidar yapıları bu tür bir haklı ve meşru bir eylem çizgisi karşısında çaresiz kalmaktadır. Yeni sınıf hareketinin oluşum dönemine özgü olan ve bugünün uluslararası ve ulusal iktidar ve muhalefet dengelerine uygun olarak gelişen bu sivil itaatsizlik formları üzerinden gelişen meşru-militan mücadele çizgisinin bugünün dünyasında, farklı ülkelerde de ne denli etkili sonuçlar yarattığı bir kez daha hatırlanmalıdır. Bu çizginin oluşumunda militan mücadele her kritik eşikte ön açıcı bir rol oynarken, durağan anlarda bir başka dünya umudunu simgeleyen yaratıcı eylem ve uygulamalar geniş kitlelerin katılım ve desteğini elde ederek birbirini bütünlemektedir. Kaynak: sendika.org
www.dunyalilar.org