Bir gösteri toplumuyuz; birbirimize sahip olduklarımızı, yediklerimizi, gittiğimiz yerleri, cenazelerimizi, düğünlerimizi gösteriyoruz. Bu, bizi hızlı bir yabancılaşmaya itiyor, yanımızdaki insanlara, çevremize her şeye yabancılaşıyoruz. Göstermediğimiz tek şey, kendi iç dünyamız. Çünkü gösteri ile o kadar meşgulüz ki, kendi iç dünyamızı çoktan unutmuş, yüzeyde kalmışız.
Birçok insan cep telefonunu yirmi dört saat açık bırakıyor. Uyumaya çalışıyor, ama kalkıp tekrar tekrar mesajlarına bakıyor. Ya da telefonunu kapatıp yatmışsa, bir süre sonra yeniden açıyor. Yapabilse uykusunda bile mesajlarına yanıt verecek. Hayatlarımız sanal hayatlara dönüşmüş, sanal kalabalıklarda kaybolmuş, kimliğimizi yitirmişiz. Her şey bir sanal geçit töreni gibi. Bir gösteri toplumuyuz; birbirimize sahip olduklarımızı, yediklerimizi, gittiğimiz yerleri, cenazelerimizi, düğünlerimizi gösteriyoruz. Bu bizi hızlı bir yabancılaşmaya itiyor, yanımızdaki insanlara, çevremize her şeye yabancılaşıyoruz. Göstermediğimiz tek şey, kendi iç dünyamız. Çünkü gösteri ile o kadar meşgulüz ki kendi iç dünyamızı çoktan unutmuş, yüzeyde kalmışız. Guy Debord, “Gösteri Toplumu” adlı yapıtında şöyle der: ‘Şeyleşmiş insan, metayla olan samimiyetinin kanıtını herkese gösterir.’ Hepimiz sırayla sosyal medyada bizi izleyenlerin önünden geçiyoruz bir bir. Nereye gittiğimiz ise meçhul. Sonsuz simülasyon dünyasında bir nokta kadar bile varlığımız yok, yitip gitmişiz. Artık geceleri ay ışığı ya da yıldızların ışıltısı değil, cep telefonun ışığı vuruyor karanlıkta kalmış belli belirsiz yüzümüze.
Facebook’da beş satırı geçen yazıları insanların okumadıkları söyleniyor. O yüzden özellikle paylaşılan yazıların üst kısmına, üç beş satırlık bir alıntı yerleştiriliyor. Bazı insanlar ise, yazının ya da haberin linkini tıklayıp okumadan, o üç satırdan yola çıkarak yorum yapıyor. Ya da buna yorum demekten çok “ahkam kesiyor.” diyelim. “Dostoyevski nedir?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Yazının altına yorum yapan bir okur, “Dostoyevski nedir değil, Dostoyevski kimdir olması gerek.” diye yazmıştı. Başka bir okur ise ona şöyle yanıt vermişti: “Keşke yazıyı okusaydınız…”
Bir okur tipi var ki, yazıları okumadan yalnızca üstündeki beş satırdan yola çıkarak yorumluyor, üstelik de bunu ukalaca yapıyor. Çoğu zaman düşünüp dururum: Neden insan bilgisini göstermek gereği duyar ya da bilgisinin olmadığı, üstelik öğrenip araştırmadığı bir alanda bile bilgili olduğunu ortaya koymak ister? Ve neden bunu yüzeysel bir biçimde yapar? Aşağılık kompleksinden mi kaynaklanır bu durum? Yetersizlik ve eksiklik, kendini beğenmeye ve kibire dönüşüyor. Adler, bu durumu üstünlük duygusu içinde yerme eğilimi olarak tanımlamıştı.
Medya, izleyicileriyle etkileşimlerini artırmaya çalışırken, paradoksal olarak son üç yılda bir eğilim ortaya çıkıyor; birçok haber sitesi kendi satır altı yorum bölümlerini kapatıyor.[1] Elbette haberlerin altındaki okuyucu yorum seksiyonlarının kapatılmasını savunmuyorum. Ama iş neden bu noktaya geldi, üzerinde düşünmekte fayda vardır.
Bazı insanlar, farklı düşüncelerin var olabileceğini kabul etmiyor; kabul etmemekle kalmıyor, küfür, hakaret edip, saldırıyorlar. Üstelik yalnızca troller, ya da faşistler değil bunlar. Sağcıdan solcuya, dinciden laik olduğunu iddia edene, farklı etnik gruplara mensup her kesimden bazı insanlar var bunların içinde. Ortak noktaları ise fanatizm, sekterlik ve farklı düşüncelere tahammülsüzlük. Özellikle bazı okurların, yine farklı düşünceye sahip diğer okurlarla yaptığı sohbetler, diyaloglar bu yönde…
Ben kendi adıma bir süredir uyguladığım kişisel bir çözüm geliştirdim. Artık medyadaki haberlerin, yazıların altındaki okur yorumlarını okumuyorum. Böylelikle ırkçı, cinsiyetçi, homofobik, aşağılayıcı, insanlık onuruna aykırı söylem, küfür ve hakaretleri de görmemiş oluyorum. Sinirlerim bozulmamış oluyor. Giderek birçok insanın da, artık yorum okumadığını görerek şaşırmıyorum.
Hayatında diğer insanlar için en küçük bir fedakarlıkta bulunmamış, başkasının yararına, suya tek bir taş atmamış bir insan, sosyal medyada bir anda farklı bir kişiliğe bürünüyor. Her şeyi, herkesi aşağılıyor; kibrinin gölgesinde yeri geliyor küfür ediyor, yeri geliyor saldırıyor ve böylelikle kendisini tatmin ediyor.
Hayatında diğer insanlar için en küçük bir fedakarlıkta bulunmamış, başkasının yararına, suya tek bir taş atmamış bir insan, sosyal medyada bir anda farklı bir kişiliğe bürünüyor. Her şeyi, herkesi aşağılıyor; kibrinin gölgesinde yeri geliyor küfür ediyor, yeri geliyor saldırıyor ve böylelikle kendisini tatmin ediyor. Aslında tatmin de edemiyor, buna çabalasa da. Kendi düşünsel yetersizliğini, aşağılık kompleksini ve eksikliğini başkalarına saldırarak kapatmaya çalışıyor.
İşte bu da sanal dünyanın, “postmodern çağ”ın ürünü bir prototip. Her şeyi yüzeysel olarak ele alan, derin bir dönüşüm yerine postmodern bir imaj vermekle yetinen bir prototip. Sürekli kendisini kanıtlamaya çalışıyor, bu da aşağılık kompleksinden kaynaklanan bir davranış biçimi bence. Özde bir değişimi amaçlamayan, emek vermeyen, kitap okumayan, değişmeyen, gelişmeyen, yüzeysel, ama her şeyi bildiğini düşünen, ve üretilmiş olana, kendi düşüncesi dışında hiçbir düşünceye saygısı olmayan bir prototip. Bu prototipin sağdan sola değişik versiyonları var. Ama hepsinin buluştuğu bir yer var: Cehalet ve fanatizm. Şöyle bir gazetelerin internet sitelerindeki haberlerin altına göz atarsanız, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Zaten herkes biliyor, görüyor bu gerçeği.
Sosyal medyanın ikili ilişkilere etkisi
Sosyal medya bir ilişkiler vitrinidir. Ancak bu vitrin sanaldır ve çoğu zaman gerçeklikten uzaktır.
Sosyal medyanın diğer bir özelliği ise, gerçek ilişkilerimizi sanala, sanal ilişkilerimizi ise gerçeğe dönüştürmesi. Tam bir gerçeklik yitimi. İkili ilişkilerimizi sosyal medyada mükemmelmiş gibi gösteriyoruz. Eşimizle, ailemizle, kardeşlerimizle mutlu fotoğraflar çekiniyor ve bunları sosyal medyada yayınlıyoruz. Ama “mutlu” fotoğrafların arka planında çok başka bir gerçeklik bulunabiliyor. İnsanlar sanal dünyada eğer arkadaşlarsa, bazen birbirlerine daha fazla tahammül ve hoşgörü gösterebiliyorlar da, gerçek dünyadaki ikili ilişkilerinde, en yakınlarındaki insanlara en küçük bir hoşgörü göstermiyorlar.
Sosyal medya bir ilişkiler vitrinidir. Ancak bu vitrin sanaldır ve çoğu zaman gerçeklikten uzaktır.
İşte bu yüzden sosyal medyaya “sanal geçit töreni” diyorum. Sanal mutluluklar, sanal tebessümler, sanal arayışlar… Bütün bunlar gerçeklikle olan ilişkimizi törpüleleyebiliyor. Cenazemizi sosyal medyada gömüyoruz artık, cenaze fotoğraflarımızı bile “üzgün” bir yüz ifadesiyle sosyal medyada yayınlıyoruz. Düğünümüzü, eylemimizi her şeyimizi sanal dünyaya taşıdık. Seyahatlerimizi sosyal medyada yapıyoruz sanki. bir yere gittiğimizde, ya da herhangi bir başarı elde ettiğimizde, ve daha birçok şeyde hemen bunu sosyal medyada paylaşıyoruz. Bunları paylaşmak belki normal de, biraz abartıyoruz gibi sanki. Hatta o kadar ki ikili ilişkide olduğumuz eşimizi, sevgilimizi, partnerimizi bile sosyal medyada şikayet edebiliyoruz sanal arkadaşlarımıza. Daha sonra yine sahte gülücükler mutlu beraberlik pozları vermeye devam ediyoruz.
Geçen gün bir okurumdan bir mesaj aldım. Kendisinin izniyle, bu mesajın bir bölümünü paylaşmak istiyorum. Çünkü söylemek istediklerime çok iyi bir örnek oluşturyor, üstelik gerçek hayattan ve yaşanmış bir örnek. Mesaj şöyle:
“Bu yaz annemlerdeydim. 25 ve 28 yaşlarındaki iki kardeşim, haftanın üç-dört günü ciddi kavga ediyorlar. Birbirlerine söylediklerini sakinleşip bir düşünseler, birbirlerinin yüzüne bakamayacakları kadar ağır sözler bunlar. Ama onlar bir süre konuşmamayı tercih ediyorlar. Yine bir gün kavgadan sonra birisi balkona, diğeri odasına çekiliyor ve ikisinden birisi bir fotoğraf ya da güzel bir yazı paylaşıyor. Diğeri öbürü hakkında bir yandan söylenirken, bakıyorum ki kardeşinin paylaşımının altına kalp, böcek ekleyip, sevgi sözcükleri yazıyor. Dışarıdan okuyan birisi sanır ki, bu iki kardeş sevgi dolu birbirine… Defalarca tanık olduğum bu iletişim yoluyla nasıl da kendilerine, birbirlerine yabancılaştıklarına öylesine üzüldüm ki… Kimbilir kaç kişi onlar gibi.”
Sosyal medyanın bir yönü de, hem kişiyi kendisine yabancılaştırırken, hem de kişinin gerçek hayatında yaşadığı yabancılaşmayı yansıtmaması ya da çok az yansıtmasıdır. Oysa insanlar, kendilerine, topluma, ürettiklerine ve doğaya karşı sürekli bir yabancılaşma içinde yaşarlar. Özellikle gerçek ikili ilişkilerimiz içerisinde bu yabancılaşmayı sık sık yaşarız. Aynı evde, hatta aynı odada yaşadığımız insanlardan bir ışık yılı uzaklaşırız. Ama sosyal medyada bunu yansıtmaz, aksine o insanlara ne kadar yakın olduğumuzu gösteren sahte tebessümlü fotoğraflar ve paylaşımlar yaparız. Sürekli dostluk, arkadaşlık, sevgiyle ilgili paylaşımlar yaparız sosyal medya. Görenler, “Ne kadar sevecen, ince ve duyarlı bir insan.” diyebilirler bizim için. Ama belki de gerçek ikili ilişkilerimizde en küçük bir hoşgörüden yoksun, hemen ısırmaya hazır biçimde dişlerini gösteren bir insan olabiliriz görüntümüzün aksine.
Zamanımızı sosyal medyada harcıyoruz
İnsanların sosyal medyada harcadıkları zaman sürekli artıyor. Gençler, sosyal platformlarda günde dokuz saatten fazla zaman harcıyorlar. Yüzde 30’u ise tüm zamanlarını sosyal medyada online olarak harcıyorlar.[2] Akıllı telefon gibi aletler bunu kolaylaştırıyor.
Sosyal medya bugün, televizyon izlemenin ardından ikinci aktivite olarak öne çıkıyor. İnsanlar ortalama yaşamlarının 7 yıl 8 aylarını televizyon izlemeye ayırırlarken, sosyal medyaya ise 5 yıl 4 aylarını ayırıyorlar. Gerçek hayattaki sosyal aktivitelere ayrılan zaman ise 1 yıl 3 ay ile sınırlı.[3]
Ve sosyal medya, bence televizyon izleme süresini geçti. Çünkü yeni kuşak televizyon ile çok bağlı değildir, daha çok cep telefonu üzerinden sosyal medyaya bağlıdır. Televizyonun yerini onlar için daha çok youtube gibi video siteleri almıştır. Sanal yaşamımıza ayırdığımız süre, gerçek hayattaki sosyal etkinliklerimize ayırdığımız sürenin 4-5 katı neredeyse. Gerçek hayat içinde yaptığımız etkinlikleri de hiç zaman geçirmeden hemen sosyal medyadan paylaşıyoruz. Gerçek hayatın içinde görünmektense, daha çok sosyal medyada görünmek ve farkına varılmak bizi heyecanlandırıyor.
Demokrat Eğitimciler Sendikası Araştırma Merkezi, Kütüphaneler Haftası dolayısıyla “İnternet ve Televizyon Kitap Okumayı Engelliyor” adlı bir rapor hazırladı.
Demokrat Eğitimciler Sendikası Araştırma Merkezi, Kütüphaneler Haftası dolayısıyla “İnternet ve Televizyon Kitap Okumayı Engelliyor” adlı bir rapor hazırladı. Hazırlanan raporda 400 kütüphaneye karşılık 400 bin kahvehanenin bulunduğu Türkiye’de kitap okuma alışkanlığını, özellikle televizyon ve internetin azalttığı ifade edildi. Türkiye’de bugün, 1965 yılına göre, üniversite bitirenlerin sayısının 15 kat artmasına rağmen kitap okuma alışkanlığını yüzde 10 daha düştü.[4]
Dünyada kağıda basılı olarak yayınlanan ve satılan kitap sayısı da giderek azalıyor. Örneğin Brezilya’nın en saygın ve zincir kitabevlerinden birisi olan Livraria Cultura (Kültür Kitabevi) kriz içinde diğer büyük kitabevleri gibi.[5] Bu büyük zincir kitabevi birçok çalışanını da işten çıkardı ve yalnızca 2016 yılı içinde satışları yüzde 8 oranında düştü ve kırmızı çizgiye yaklaştı. Giderek de satılan ve de basılan kitapların sayısı dünyada azalıyor. Bunda da en büyük etken, insanların var olan tüm zamanlarını sosyal medyaya harcamaları ve kitap okumamaları. Hatta yakında zaten büyük oranda elektronik eşya ve kırtasiyeye çevrilmiş dükkanlar kapanabilir ya da kitap reyonları ortadan kalkabilir.
Sosyal medya insanı idiotlaştırıyor mu?
Örneğin The Guardian gazetesinde yayınlanan bir yazıda, [6] Lydia Smears, cep telefonundan sosyal medya apps’lerini sildiğini, sosyal medyanın kendisini idiot haline getirdiğini söylüyor. Bence de sosyal medyanın kişi üzerindeki en büyük etkisi onu gösteri yapmaya zorlaması. Bir çeşit sanal geçit töreninde imiş gibiyiz, hepimiz, sanki ne yediğimizi, nerede olduğumuzu, ne yaptığımızı ve ne düşündüğümüzü başkalarına göstermek zorunda hissediyoruz kendimizi. Gerçek hayattan giderek kopuyoruz. Kitap okumuyoruz, çünkü değerli saatlerimizi sosyal medyada harcıyoruz. Böylece giderek idiotlaşıyoruz doğal olarak. En fazla, sosyal medya da gazete okuyor ve gazete haberi paylaşıyoruz. Bir nevi manipülasyona alet oluyoruz. Her çeşit manipülasyon mevcut internette. En özgürlükçü görünen gazete ve sitelerin bile sansür uyguladıkları görülüyor, hoşlarına gitmeyen gelişmeler söz konusu olduğunda.
Yukarıdaki çizimde olduğu gibi insanlar akıllı cep telefonunu kutsal bir fetiş gibi, sanki onun karşısında hipnotize olmuş gibi kullanıyorlar. Ve neredeyse yapabilseler uyuduklarında bile sosyal medyaya girip mesajlarına bakacaklar. Sabah uyandıklarında daha yüzlerini yıkamadan sosyal medyadaki mesajlarına bakıyorlar. 5-10 fazla beğeni almışsa paylaşımları, mutlu oluyorlar.
Sosyal medyanın insanı idiotlaştırdığı iddia ediliyor ki, bu bir bakıma doğru. O yüzden bir süreliğine de olsa, sosyal medyadan çıkıp, kişi başkaların değil, kendi gözüyle kendisine bakınca kendi gerçekliğini görme şansı da artıyor.
Bir de oyun oynayanlar var sosyal medyada özellikle Facebook’da. Elbette insanın eğlenmeye de hakkı var, buna karşı değilim. Ama oyuna harcanan saatler de çoğaldıkça, sanki insanın idiotlaşma şansı da artıyor gibi.
Sosyal medyanın insanı idiotlaştırdığı iddia ediliyor ki, bu bir bakıma doğru. O yüzden bir süreliğine de olsa, sosyal medyadan çıkıp, kişi başkaların değil, kendi gözüyle kendisine bakınca kendi gerçekliğini görme şansı da artıyor.
İnsan sanal geçit töreninden çıkıp kendisini bir süre sosyal medyadan izole edince, rahatlıyor, gerçek ilişkilere ve dünyaya da daha çok ilgi gösterip, önem veriyor.
Erol Anar
Dipnotlar
[1] Clothilde Goujard: “Why news websites are closing their comments sections”, Sep 8, 2016, https://medium.com
[2 Evan Asano: How Much Time Do People Spend on Social Media? [Infographic], Jan 04 2017, http://www.socialmediatoday.com
[3] Age.
[4] “DESAM: İnternet ve Televizyon Kitap Okumayı Engelliyor”, 30 Mart 2011, https://www.haberler.com
[5] Euler de França Belém: “Livraria Cultura, há dois anos no vermelho…”, 02-02-2017, https://www.jornalopcao.com.br
[6] Lydia Smears: “I deleted my social media apps because they were turning me into an idiot”, Tuesday 14 March 2017, https://www.theguardian.com