Yaşam

Dünyanın Tüm Bahçeleri…

 

Küresel ısınma, iklim değişikliği ve bunun yol açtığı felaketler hakkındaki haberler, hatta programlar radyolardan televizyonlardan eksik olmuyor. Kutuplardaki buzulların on yıl önceki ve bugünkü durumlarını karşılaştıran fotoğraflar, deniz seviyesindeki yükselme nedeniyle sular altında kalacak olan birtakım ada halklarının ahvali, kaç dakikada bir yeryüzünde bir canlı türünün soyunun tükendiği, her şeyin oluruna bırakılması durumunda ne kadar zamanımızın kaldığına dair tahminler… Geçenlerde bir arkadaşım sabahın erken saatlerinde evinde bilgisayar başındayken dört yaşındaki oğlunun gelip o çalışırken kucağına oturduğunu, bir süre ses çıkarmadan yukarıdakiler benzeri şeylerin anlatıldığı salondaki açık olan radyoyu dinledikten sonra kendisine dönüp uykulu gözler ve ağlamaklı bir ses tonuyla “yaşayamayacak mıyız?” diye sorduğunu anlattı.

Bu konuların etkili olabilmek adına en çarpıcı şekilde verilmeye çalışıldığı malum. Fakat geçen yıllar içinde bu çarpıcılığın küçük çocukları korkutmaktan pek öteye gitmediği de malum. Durumun ne kadar vahim olduğunu kahvedeki dutun altında oturan köylü bile, bu tür haberler kulağına pek ulaşmamasına rağmen, civardaki pınarların birkaç yıl içinde kurumasından biliyor. Pek çok kişi için artık bu haberler İzmir-Torbalı karayolundaki yol bakım onarım çalışması haberi kadar irkiltici gelmeye başladı. Peki eksik olan nedir? Eksik olan, durumun vehametinden daha fazla dem vurmak yerine köklü ve kapsamlı bir çözüm yolu göstermek. Ben bu iddiada olan biriyle tanıştım.Sadece küresel ısınma değil açlık da bugün hala dünyanın en önemli sorunlarından biri. Karnı davul gibi şiş, ağzına gözüne sinekler üşüşen Afrikalı çocukları, küçüklüğümde olduğu gibi televizyonlarda artık görmeyişimizi Bob Geldof’un düzenlediği yardım konserleri sayesinde Afrika’da aç kalmadığına yormamalıyız sanırım. Tanıştığım o kişi dünyadaki açlık sorununu da kalıcı olarak ortadan kaldırma iddisındaydı. Ve hatta dünyanın bütün sorunlarının bir bahçede çözülebileceğini söylüyordu. Bu kişinin adı Bill Mollison.Geçen ocak ayında birtakım iyi niyetlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bir burs sayesinde Avustralya’da bir kursa katılma fırsatı yakaladım. Kursun adı Permakültür Tasarım Sertifikası’ydı (PDC-Permaculture Design Certificate). Ve kursu veren iki hocamızdan birinin adı Geoff Lawton, diğerininki de Bill Mollison’dı. Permakültür kelimesini ilk defa 7-8 yıl kadar önce bir arkadaşımdan duymuştum. Büyükçe bir arkadaş grubuyla yaşadığımız evde mutfak atıklarını ayırıp kompost yığını oluşturma işini o başlattı ve o evde yaşanan beş yıl boyunca bütün organik mutfak atıkları çöpe gitmeden, toprak olarak bahçeye döndü. Sözünü ettiğim kursa da birlikte gittik.

Giderkenki motivasyonum, doğrusu ya, kurstan çok dünyanın öbür ucuna yapacağım seyahate yönelikti. Fakat ilk dersten itibaren çok uzun zamandır kafamda dolaşıp duran bazı soruların cevapları ve daha başka sorularla karşılaşmak beni heyecanlandırmaya başladı. Bu heyecan Türkiye’ye dönüp Mollison’un kitaplarını okuyup üzerinde düşünerek, tartışarak daha da arttı. Yazma özürlü biri olarak Bill Mollison ve permakültür hakkında yazmam konusunda ikna edilmemi bu kadar kolaylaştıran da bu heyecan olmuştur.

1928 yılında Avustralya’nın Tazmanya adasındaki bir balıkçı köyünde doğan Bill Mollison, 15 yaşındayken ailesinin fırıncı dükkanında çalışmak üzere okuldan ayrılmış ve 1954’de CSIRO’ya (Commonwealth Scientific and Industrial Research Organisation – İngiliz Milletler Topluluğu Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Organizasyonu) katılana kadar da köpekbalığı avcılığı, gemicilik, orman işçiliği, değirmencilik, kapan avcılığı, traktör sürücülüğü gibi değişik işlerde çalışmıştır. CSIRO’nun yaban hayatı inceleme bölümünde uzun yıllar görev yapmıştır. Çocukluğundan beri denizle ve ormanla içi içe yaşamış biri olarak balıkların azaldığını, kıyılardaki yosunların seyrekleştiğini, ormanların yok olmaya başladığını kısacası doğal sistemlerdeki kötüye gidişi gözlemlemiş ve, “bizi ve dünyamızı öldürmekte olan politik ve endüstriyel sistemler”e karşı protesto eylemlerine girişmiştir.

Bir süre sonra protesto etmekle bir yere varılamayacağını görünce “…insanlıktan umudumu kestim.

mollison1

Üniversitenin, araştırma enstitülerinin, insanoğlunun aptallığından midem bulandı…” diyerek ormanda kendine bir ev yapıp herşeyden elini eteğini çekmiştir. Fakat kısa bir süre sonra hiçbirşey yapmadan duramayacağını, kendi deyişiyle “ortalığı orospu çocuklarına bırakamayacağını” anlamış ve sistemdeki yanlışları haykırıp durmaktansa pozitif bir yaklaşımla doğru sistemi ortaya koymaya karar vermiştir.

Bu süreç birkaç yılını alır. Avustralya yaban alanlarında uzun yıllar yapmış olduğu gözlem ve incelemeler ışığında doğada bitkiler, hayvanlar, mantarlar, bakteriler, v.s. bütün canlıların birbirleriyle işbirliği yaparak dengeli ve verimli topluluklar oluşturabildiği gerçeğinden yola çıkarak, daha çok hane ve toplulukların kendi kendine yeterliliğini amaçlayan, insan yerleşimleriyle bağlantılı olarak bitkiler ve hayvanların faydalı bir şekilde bir araya getirilmesi olarak özetlenebilecek permakültür (permanent=kalıcı, sürekli ve agriculture=tarım) adını verdiği bir tasarım sistemi geliştirmiştir. Bazılarına göre permakültür bir mimari yaklaşım, bazılarına göre organik tarım, bazılarına göre de bir yaşam felsefesidir. Bill Mollison, Permakültür: Bir Tasarımcı Elkitabı adlı eserinde permakültürü şöyle tanımlamıştır:

Permakültür, doğal ekosistemlerin çeşitliliğine, istikrarına ve esnekliğine sahip olan tarımsal olarak üretken ekosistemlerin bilinçli tasarımı ve bakımlarının sağlanmasıdır. Üzerinde yaşayan insanlar ile arazinin, insanların gıda, enerji, barınak ve diğer maddi ve manevi ihtiyaçlarını sürdürülebilir bir şekilde sağlayan ahenkli bütünleşmeleridir. Permakültür olmaksızın istikrarlı bir sosyal düzen mümkün değildir.

Permakültür tasarımı, kavramsal, maddi ve stratejik bileşenleri hayatın bütün formlarının yararına çalışan bir model içinde bir araya getiren bir sistemdir. Permakültür’ün arkasındaki, doğaya aykırı olmaktan ziyade onunla birlikte çalışma, uzun süreli düşüncesizce hareket etmekten ziyade uzun süreli özenli gözlem yapma, sistemlerin sadece bir ürününün peşinde koşmaktan ziyade onlara bütün işlevleriyle bakma ve sistemlerin kendi evrimlerinin gerçekleşmesine izin verme felsefesidir.

Yukarıda aktarılmış olan felsefesiyle birlikte etik ilkeleri de permakültürün olmazsa olmazlarındandır. Bill Mollison permakültürün etik ilkelerini şöyle sıralamaktadır:

1. YERYÜZÜNE ÖZEN GÖSTERME; bütün yaşam sistemlerinin, canlı cansız bütün varlıkların devamı ve çoğalması için gerekli koşulları sağlama.

2. İNSANLARA ÖZEN GÖSTERME; insanların gıda, barınak, eğitim, tatmin edici iş ve keyifli insan ilişkilerine sahip olarak sağlıklı bir şekilde varolmaları için gerekli kaynaklara ulaşmalarını sağlama.

3. NÜFUS VE TÜKETİME SINIR GETİRME; kendi ihtiyaçlarımızı kontrol altına alarak yukarıdaki ilkeleri desteklemek için kaynak ayırabiliriz. Zaman, para veya enerji cinsinden olabilecek bu kaynakları birinci ve ikinci ilkelerin gerçekleştirilmesinde kullanabiliriz.

Temel yaklaşım, kendi ihtiyaçlarını karşılayan ve atıklarını yeniden kullanıma sokan sürdürülebilir sistemler yaratmaktır. Ormanlar gibi mesela. Doğal, yetişkin ormanları düşünün. Yaşamını çeşitlendirerek sürdürmek için hiçbir müdahaleye gerek duymazlar. Tohumu kendisinden veya taşıyan hayvanlardandır, gübresini dökülen yaprakları, ölüp çürüyen ağaçları, içinde yürüyen, sürünen, uçan hayvanları üretir. Unutmayalım ki hayvanları ormanlardan ayrı değil, onların hareketli öğeleri olarak düşünmek gerekir. Zararlıyla mücadelede hiçbir kimyasala gerek duymaz, sadece zararlıdan yararlanma yolunu bulur. Atık denebilecek bir çıktısı yoktur çünkü ormanın her bir öğesinin çıktısı başka bir öğesinin girdisidir. Dolayısıyla kirlilik de yoktur çünkü kirlilik, sistemin kullanılmayan çıktısıdır.

Permakültür tasarımı bir anlamda, insanı doğal ormanlar benzeri sistemlerin öğelerinden biri yapma işidir. Bunun için insanın doğayla uyum içinde olmayı öğrenmesi gereklidir. Bunun için de kendisinin doğal dünyadan üstün olduğu fikrinden vazgeçmeli ve doğadaki canlı cansız unsurlardan biri olduğunu kabul etmelidir. İnsan yeryüzünün hiç şüphesiz bir parçasıdır ama küçük bir parçasıdır.

Bu küçük ama baskın parçanın, doğal sistemlere saldırısı kesilmedikçe kendi sonu da kaçınılmaz olacaktır. Tüketim çılgınlığı bu saldırıların en önemli sebebidir. Açgözlülüğümüzü, hep daha çoğuna, daha yenisine, daha hızlısına sahip olma hırsımızı dizginlemedikçe, birşeyi gerçekten ama gerçekten ihtiyacımız olunca edinme yoluna gitmedikçe yeryüzüne zarar vermekten uzaklaşamayız. Tabii ki bütün bunlar hakim sistemin aleyhine yaklaşımlar oldukları için her kanaldan pompalanan tüketim telkinlerine karşı ayrıca farkındalık geliştirmek gereklidir. Eğer bunu başarabilirsek, sistem tarafından yaratılan yapay ihtiyaçlarımızın karşılanması için kullanılacak enerjiden tasarruf etmeyi garanti edebiliriz.

Mollison’a göre modern tarım da, toprağın sömürgen ve yıkıcı bir şekilde kullanımından başka bir şey değildir çünkü tamamıyla harici enerjilere bağımlıdır. Permakültür yaklaşımının bir parçası olarak kalıcı tarım uygulamalarındaysa sistemin ihtiyacı olan enerji sistem tarafından sağlanır. Permakültür’e Giriş adlı kitabında şöyle der: “Geleneksel tarım gerçek maliyetini karşılamamaktadır: toprağın verimliliği, yılda bir yapılan tahıl ve sebze üretimi için sonuna kadar kullanılmakta; ürünü desteklemek için yenilenemeyen kaynaklar kullanılmakta; toprak aşırı otlatma ve sürülme nedeniyle erozyona uğramakta; toprak ve su kimyasallarla kirletilmektedir. Bir sistemin ihtiyacı sistem içinden karşılanmadığında bedelini enerji tüketimi ve kirlilik olarak öderiz. Tarımın maliyetini artık daha fazla karşılayamayız. O, dünyamızı öldürmektedir ve bizi de öldürecektir.”

Tarım ürünleri maliyetinin çok önemli bir kısmını nakliye bedelleri oluşturmaktadır. Maddi karşılığı bir yana, herhangi bir sebeple İstanbul gibi bir büyük şehre üç gün boyunca gıda tedarik edilemediğini düşünün. Permakültür, bundan kaçınma yolunun yiyeceğini yaşadığın yerde üretmek veya üreten birinden karşılamak olduğunu söylüyor. İstanbul’da hangi toprak parçasında yapılabilir ki, demeyin. Kentsel Permakültür (Urban Permaculture) üzerine cilt cilt kitaplar var. Bu bir yana, üzerinde hiçbir üretim yapılmadan sadece yeşillik görüntüsü veren çim alanları gözünüzün önüne getirin, ev-apartman bahçelerini, okul, devlet dairesi bahçelerini, belediyelere ait çimenlikleri, vs. Bu çimenliklerin yaşayabilmesi ve yeşil kalabilmesi için tüketilen enerjiyi düşünün. Karşılığında alınan ürünse insanların yeşile olan ihtiyaçlarının çok sınırlı bir şekilde karşılanması. Sulanması, biçilmesi, bakımı ve onarımında harcanan zaman, emek ve enerjinin çok daha azını kullanarak oluşturulacak bir permakültür bahçesinden ise yeşil görme ihtiyacının yanı sıra dört mevsim ürün alınabilir.

Kısıtlı bilgi ve deneyimimle aktarmaya çalıştığım permakültür düşüncesinin mimarı Bill Mollison, ilerlemiş yaşına rağmen hala kurslar vermekte ve dünyanın dört bir yanındaki permakültür uygulama alanlarını ziyaret edip permakültür hakkında yeni şeyler öğretmeye, öğrenmeye, öğrencilerine şarkılar söyleyip hikayeler anlatmaya devam etmektedir.

Erkan Buğday

Kaynaklar:

Bill Mollison, Permaculture: A Designers’ Manual. Tagari Publications, 1988.

Bill Mollison ve Reny Mia Slay, Introduction to Permaculture. Tagari Publications, 1991.

 

www.dunyalilar.org

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu