Yaşam

Varoluşsal Suçluluk

VAROLUŞSAL SUÇLULUK

Freud “önce suçluluk duygusu sonra suç vardır “ der. Bilinçdışının baskısına daha fazla dayanamaz onu gerçekleştiririz. Bu baskılama ruhumuzu ele geçiren cin gibidir, ardından ortaya çıkan davranışlar da kaderimizi belirler. Bu suçluluk duygusu ruhumuzun derinliklerinde mevcuttur. Öyle ki bu duygu varoluşumuzla yakından bağlantılıdır. Varoluşumuzun nedeni ilk suça bağlanıyor: 

”İnsan kendini oluşturduğundan başka bir şey değildir” Jean Paul Sartre. Varoluşsal suçluluk peşimizi bırakmıyor. 

özgürlük_freedom_sartre_kafka

”elma hırsızlığı”. Suçlu Adem’ in torunlarıyız. Bu suçluluk öyle acı verici ki bir de kaçış var: Tanrı Adem’i, Adem Havva’yı, Havva yılanı , yılan şeytanı suçlar; çünkü varoluş sorumluluğu  talep eder bizden. Bu sorumluluk ağır bir yük anlamına gelir, tanrılar bile bu sorumluluktan kaçar. İnsanoğlu da kaçar. Ancak bu kaçış bence daha acı bir gerçeği önümüze serer o da suçluluk duygusudur.

Kendi varlığımızın gerektirdiği gibi var olmadıkça bu suçluluk da aynı oranda artar. Yani kendi varlığımız yine kendi varlığımızı kendine karşı sorumlu görerek adeta bir mahkemeye çeker ve suçluluk duygusuyla cezalandırır.

Kafka’nın Dava romanı bu konuyu çok iyi ele almaktadır. Romanın kahramanı  Joseph K.  bir sabah evine baskın yapılarak tutuklanır. O tutuksuz yargılanır, aslında kendisi yargılamaya gitmelidir. Neden tutukluyum sorusuna cevap yoktur ve bunu kendisinin bileceği söylenir. Varoluşun katmanlarını simgeleyen mahkemelere katılır, kiliseye gider, ressamla görüşür. Bütün bu katmanları gezen kahramanımızın çıkardığı sonuç : bu davada hem sanık hem de yargıç olmasıdır. Joseph K kendi varlığına karşı suçludur. O sade hayatıyla toplumun yargılarıyla yaşayan biridir. Kendini var edememiştir. Bu yüzden  varoluşun en hakiki mahkemesine yani vicdanına karşı suçludur. Joseph K ‘dan bağımsız olarak, onun bilincini aşan bir gerçeklik vardır o da varoluştur.

En sade haliyle vicdan bir terazi gibi ruhumuzu dengeler. Vicdanı dinlemek gerektiği söylenir sürekli. Bunun için konuşan bir vicdanımızın olması gerekmez mi? Çoğumuz için sorun sesi dinlememek değil , konuşan, değerlendiren bir vicdandan yoksun olmak  ve  sesi duyabilecek kadar hassas kulaklara sahip olmamaktır.

”İnsan kendini oluşturduğundan başka bir şey değildir” Jean Paul Sartre.

Böylece Sartre aslında insanın omzuna büyük bir yük bırakır. Ona göre insan kendini nasıl yarattıysa öyledir. Kendine karşı sorumludur, yani insan kendinin öznesidir. Ve insanın  özgür olmaktan başka şansı yoktur. Bir seçim yapmak zorundayız. Hiçbir  varoluşu seçmemek bile bir seçimdir ona göre. Her seçme eylemi beraberinde tümleyenine karşı bir sorumluluk ve ardından suçluluk duygusu meydana getirir. Suçluluğumuzun asıl nedeni yapmadıklarımızda, reddettiklerimizde, kayıtsız kaldıklarımızda, pişmanlıklarımızdadır; sonsuz olanaklar dünyasından sadece birini seçmek zorunda olmamızdandır.

Kendi kendimizi öldürüyoruz. Bizim olmayan bizden olmayan hayatlar yaşıyoruz.  Her birimiz kendi katilliğimizi yapıyoruz ve sırtımızda bir ömür kendi cenazemizi taşıyoruz. Çürüyoruz, kokuşuyoruz, her yere ölmüş bedenimizle gidiyoruz. Bu kokuyu duyumsayanlarla o yüzden ilişki kuramıyoruz. Kendi kendimizi başkalarının doğrularıyla, iyileriyle, ölçüleriyle öldürüyoruz. Başkalarının arzularını kendi arzularımızla karıştırıyoruz. Düşüncelerimizi engelliyoruz çünkü daha iyisini dışarıda sanıyoruz, filizlenen düşüncelerimizi sulamaktan korkuyoruz böylece öldürüyoruz kendimizi.

Her insan kendi katilliğini yapar; mesela duygularını bastırarak, onları açığa çıkarmaktan korkarak, dışlanma, yalnızlaşma korkusu yaşayarak…

Kendimizi var edemediğimiz her gün kendimize kıyarız. Suçluyuz biz; kendimizi aşağıladığımız, küçümsediğimiz, kendimizi hissetmediğimiz için…

“İnsan yirmi yaşında ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da var olur.”  (Tezer Özlü- yaşamın ucuna yolculuk).

Çoğumuz genç yaşta öldürürüz kendimizi. Daha kendini tanımadan, insanları, hayatı tanımadan kıyarız kendimize. Sormadığımız soruların cevaplarını toplum hazırlar bize. Her bir tarafımız cevaplarla dolu. Cevaplarla sinsi sinsi öldürürüz kendimizi. Daha doğmamış çocuklarımıza cevaplar hazırlarız onları da anne rahminde öldürürüz. Ancak varoluş bizden daha zekidir. Biz farkına varır ya da varmayız cesedin kanını yerde bırakmıyor. ”Yaşayan Tanrı acımasızdır” (Karamazov Kardeşler –  Dostoyevski).

Dinimiz, kültürümüz, geleneklerimiz, ülkemizin kırmızı çizgileri, liderlerimizin arzuları, okullarımız, ailelerimiz, ebeveynlerimizin dünyası, patronlarımız, sosyolojimiz biz daha doğmadan var, muhtemelen öldükten sonra da var olacaklar yani kaderimizin on bin yıllık geçmişi var. Birey toplum çatışması da bireyin bütün bunlara uyumuyla ilgilidir.

Ancak toplumda var olanın bunlarla uyumu sancılıdır, acılıdır. Tabi ki insan doğası gereği toplumsaldır  ama toplumsallaşmanın yolu bana göre bireysellikten geçer. Birey olarak farkındalık yaratamamış, kendini tanıyamamış, kendi  gizil gücünü keşfedememiş insanın toplumsallaşması da eksik olur.

Yasanın Kapısında Bekleyen Şaşkın Kafka

Günümüzün en büyük sorunlarından biri de hem birey olamamak hem de toplum yaratamamaktır. Yani her haliyle var olamamak.   Varoluşumuzun bu iki ihtiyacı (birey-toplum)   karşılanmadığı için bilinçdışı suçluluk yaşarız. İki yaşamsal damardan patlak yaşayan bireyin bu kadar trajedi yaşaması bizi şaşırtmamalıdır ki en büyük trajedisi de kendinin olmayan bir ruhla yaşamak zorunda olmasıdır. Kendine yabancı ruhla yaşamak belki pazarda iyi alıcı bulur; ancak gerçek ruhlarımızın intikamı acı olur.

Kimimiz köle ruhlu olur akıl ve vicdanımızı başkalarına devrederiz, kimimiz bir ömür kendini kandırır büyük bir yalanla yaşar, kimimiz başkalarına para kazandırır, kimimiz özenti hayatlar yaşar, kimimiz   yaşlandığında yaşanmamış  hayatımıza bakıp pişman olur, kimimiz  kendi kendimizi engellediğimizi anlamaya başlar sonlara doğru, kimimizin pişmanlıkları Azrail olur ölüm döşeğinde, kimimiz bir hapishanenin penceresinden öldürdüğü karısı ve çocuklarının hayallerini görür ve hepimiz hayat penceresinden geçmişimize söveriz.

Hepimiz suçluyuz, hepimiz hapisteyiz. Kendi ellerimizle duvarlarını ördüğümüz  hapishanelerde müebbet mahkumlarız.

Davacı hayat, davalı biz. Davayı izleyenler toplum. Hakim ruhumuz ve avukatı yok bu davanın.

Muhsin Çetin

Dünyalılar

Son eklediğimiz yazılara göz gezdirmek isterseniz şurada. 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu