Eğitim

Eğitimde Torna Zihniyeti-IV

Okullar, hayatta başarılı olmak için gereklidir deniyor. Peki nedir başarılı olmak? Buna dair pekçok cevap verilebilir. Örneğin şefkatli olmak, vicdanlı olmak, ahlaklı olmak, dürüst olmak, adaletli olmak… Bütün bunlar düşünüldüğünde okul, başarının çok kısıtlı şekilde tarif edildiği bir yer olarak çıkar karşımıza. Zira okulda başarının ölçütü temel olarak, gerekli-gereksiz öğrenilen bilgileri geri kusabilme becerisidir. Sınavlar-testler bunu ölçmek için tasarlanmıştır. Peki tam olarak ne öğrenilir okullarda, eğer daha önce dediğim gibi 1453 tarihini ezberlemek öğretimin gerçek gayesi değilse?

Belki sabır ve azim… Ancak toplumun temel amacı bunları öğretmek olsaydı, çocukları senelerce anlamsız bilgileri yutmaya zorlamak yerine mesela arzuları kışkırtan reklam sektörüne karşı önlemler almayı, kolaycılığa prim vermemeyi düşünebilirdi. Sabır ve azmi öğretmenin daha kolay, daha insani yolları var. İnsanları bir makinede törpülemekle dirayetlerini arttırmaya çalışmak ne beyhude bir yaklaşım. Askerlikte de aynı yöntem uygulanıyor. Okullarda asker mi yetiştiriliyor?

“Öğrenmeyi öğrenmek” denilebilir belki… Malum, öğrenilen bilgilerin ezici bir çoğunluğu zaten unutuluyor; kimi durumlarda çocuklar daha sınav biter bitmez öğrendiklerini bastırmayı başarıyorlar. O halde öğrenilenin içeriği değil, öğrenmeyi öğrenmek tezi makul görünebilir. Ancak bunun gerçek anlamını bulması için öğretim sisteminde köklü değişiklikler yapmak gerekiyor. Test sistemiyle öğrenmek öğrenilmez, doğru cevap ezberleyerek çevremizdeki dünya tanınamaz. Bunun için çok küçük yaştan itibaren çocukların deney yapmalarına, araştırma yapmalarına ve en önemlisi yanlış yapmalarına müsaade etmek gerekir. Bu ise, bugün kullanılan notlandırma sistemine tamamen karşı bir yöntem; çünkü not, yanlışı cezalandırır.

Ders verdiğim özel üniversitede öğrencilerin en çok zorlandığı konu, onlardan araştırma yapmalarını istemem oldu. İstediğim çok basitti aslında: Hayatlarında tanıma fırsatı bulamadıkları; ama bir şekilde kendi hayatlarıyla ilişkili insanlarla, kendilerinden farklı insanlarla temas etmeleri, konuşmaları. Mesela hamburger aldıkları dükkanda çalışan kadını dinlemelerini, kendi hayatlarıyla bir ilişki kurmalarını, yani toplumdaki eşitsizliklerin kendi hayatlarıyla olan bağını bulmalarını istedim. Bir sosyolojiye giriş dersi bunu anlatamayacaksa neyi anlatır zaten?

Sınıfın büyük bir çoğunluğu çok zorlandı. Zorlanmalarının birkaç sebebi var. İlk olarak, küçüklükten itibaren, kendilerinden farklı insanlardan önce korkmayı, sonra onları hakir görmeyi öğrenmiş olmaları var. Verdikleri ödevlerin bir çoğu bu tarz bir iletişim kopukluğundan, bir balon içinde büyümüş olmaktan örnekler sergiliyor. Biri Taksim’den Tarlabaşı’na gitmek için taksiye biniyor. Mahalleden içeri giriyor, uzaktan travestilerin gizli gizli, flu fotoğraflarını çekiyor. Kime ne soracağını, kime nasıl yaklaşacağını bilmiyor. Korkuyor, çok korkuyor.

“O sıra yukardaki konuştuğum cezaevinde yattım diyen adam ajan bu ajan diye bağırmaya ve aşağıya doğru yürümeye başladı ben rengimin attığını o anda hissettim ve ajan diye bağırınca beni sıkıştırıp hepsi beraber dövecekler diye düşündüm vallahi ajan ne demek dedim ben öğrenciyim taksiyle geldim okul kartımı getireyim dedim.”

Zorlanmalarının bir başka sebebi, öğrencilerin yazmak ve okumak konusundaki endişeleriydi. Bir meseleyi etraflıca ele almak, sistemli bir şekilde yazıya dökmek herhalde Türk öğretim sisteminin en başarısız olduğu konulardan biri. Giriş-gelişme-sonuç gibi kalıpları öğretmekle olmuyor.

Oysa sınavlar öyle değil. Verilmiş bir soru var, bir de onun doğru yanıtı. Gerçek anlamda bir tartışma sunmak, meseleyi parçalara bölmek, sıraya koymak, bağlantılar kurmak gerekmiyor. Düşünmek, hele yeni bir şey düşünmek hiç gerekmiyor. Sınav denilen, hocanın istediği cevabı vermeye çalışmaktan ibaret. Cevap kağıtlarına birkaç kavram sokuşturuluyor, ders notlarındaki örnekler ortaya saçılıyor, zaman kısıtlamasından dolayı çalakalem yazılmış cümleler sayfaları dolduruyor. Öğrenciler sınavlarda daha rahatlar, çünkü ne çalışacaklarını biliyorlar: “Hocam, kitabın neresinden sorumluyuz?” Testlerden bahsetmeye gerek bile duymuyorum.

En önemlisi, sınavlar ve testler dünyaya dair bilgileri birtakım hap kavramlara, kategorilere indirgiyor. “Statü Weber’e göre nedir” yahut “kaç çeşit cemaat vardır” diye sorsaydım işleri muhtemelen kolaylaşacaktı. Ancak benim onlardan bir araştırma yapmalarını istememin amacı, statünün tarifini ezberlemeleri değil, statünün hayatlarındaki etkilerini deneyimlemeleriydi. (Niyetlerim gerçekleşti mi o ayrı bir konu.)

Birçok öğrenci araştırmaya, deneye dair hiçbir fikirleri olmadan liseden, hatta üniversiteden mezun oluyor. Öğrenciler araştırma denilince mümkünse hocanın verdiği bir konuyu internetten bulup nakletmeyi anlıyorlar. (Verdiğim derste konularını kendileri bulmakta çok zorlandılar.) Oradan koparma bir paragraf, buradan alıntı bir örnek… Referans vereni var, vermeyeni var; ama buradaki asıl sorun başka. İnisiyatif almayı, bağımsız hareket etmeyi, kendileri öğrenmeyi, daha mühimi neyi öğrenmek istediklerini bilmiyorlar. Kısaca, öğrenmeyi bilmiyorlar.

Yıllarca ne öğreneceklerine dair hiç ciddi bir seçim yapmamışlar. Daha doğrusu buna müsaade edilmemiş. Hatta şu an bulundukları bölümü, gelecekteki mesleklerini bile seçtikleri söylenemez. Hasbelkader girilmiş bir özel üniversitede, “tutturdukları” bir bölümde okuyorlar. Hep hocalar anlatmış, onlar dinlemişler. Söz aldıklarında “doğru” cevaplar vermişler; ama kişisel merakları kışkırtılmamış. “Konudan” sapmamışlar. Yazacakları kompozisyonun başlıkları bile genelde başkası tarafından söylenmiş. Söyledikleri şarkılar, yaptıkları resimler… Toplu eğitimin standartlaştıran, karşıdakini atıllaştıran torna zihniyeti bu. 

Kısaca öğrenme hevesine dair en temel unsurlar bastırılmış. Merak gibi, ilgi gibi… Şanslı çocukların ilgileri en fazla hobiye evrilmiş. Sonuçta öğretim denilen ciddi bir müessese olduğundan, sürüden uzaklaşmaya sıcak bakılmamış.

Okullarda ne öğrendiğimizle açtım bahsi; ama daha ziyade neleri “öğrenemediğimize” değinmeye çalıştım. Ama bu okullarda hiçbir şey öğrenmiyoruz anlamına gelmiyor. Örneğin dünyada aptalların ve akıllıların olduğunu, hocaların ve herkesin akıllıları daha çok sevdiğini öğreniyoruz. Sevmediğimiz bir test kitabının başında saatler, sonrasında da istemediğimiz işlerde yıllar geçirmeyi öğreniyoruz. Hırsı, rekabeti, yarışmayı öğreniyoruz. Tevekkülü veya sabrı değil belki ama, kıçı kırıp oturmayı öğreniyoruz.

Birinci yazının başında öğretim sisteminin sadece yaratıcılığın değil, aynı zamanda pekçok insani değerin katili olduğunu söylemiştim. Belirli insani özellikler öne çıkarılıyor, diğerleri yok sayılıyor. Öne çıkarılanların en başta geleni de günümüzdeki zeki çocuk saplantısı: Bugün öğretim sektörünün, daha doğrusu çocuk sektörünün en önemli pazarlama malzemesi zeka. Herkes çocuğunun zeki olmasına kafayı takmış durumda. Çocuğun ruhsal sağlığı, incelikli duyguları, vicdanı, ahlakı gelişsin diye pek kafa yorulmuyor; ama iş zekaya gelince durum değişiyor. Çocuk reyonları zeka geliştici oyunlarla dolu. Ebeveynler bu uğurda binlerce lira harcayabiliyor.

Oysa vicdanlı bir çocuk yetiştimek için öğretim sisteminin kökünden değişmesi gerekiyor. Sadece müfredatın değil, okulların fiziksel yapısının, öğretmenlerin, ilişkilerin… Çocuğun sorumluluk duygusuyla başka türlü tanışması gerekiyor, sadece test çözme sorumluluğu olarak değil; topluma karşı sorumluluk olarak. Çevresindeki insanları anlayabilen biri olmak için, sosyalleşmek için, insanlara güvenmek için yapılması gerekenler çok ama çok fazla. Önce okula gitmenin şart olduğu fikrinden kurtulmamız gerekiyor. Bu dört yazının toplu amacı da buydu.

Sezai Ozan Zeybek

Bu yazı dizisinin önceki bölümlerini de okumak için:

https://dunyalilar.org/ogretim-sistemi-ve-cehaletin-gercek-kaynaklari.html

https://dunyalilar.org/ogretim-sistemi-merakin-olumu-ii.html

https://dunyalilar.org/okullar-ve-cocuklar-iii.html

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu