Teknoloji ve gelişmişlik (?) arttıkça ve refah seviyesi yükseldikçe insanlar daha çok bencilleşiyor. Kendimize ve doğaya yabancılaşıyoruz.
Doğanın bir parçası olan yaşadığımız yerlerin doğal olma özelliklerini önce yok edip sonra kendimize kaçmak için yeni oyun alanları arıyoruz. Doğa gezileri bir kaçış programına dönüşüyor.
Nereden ve nereye kaçıyoruz?
Gelişmiş toplumlar içe dönük bireyler yaratıyor. Bilgisayar ve internet çağı yaşamı giderek gerçeklikten uzaklaştırıp sanallaştırıyor. Yeni bağımlılık alanları oluşuyor.
İnsanlar artık evlenmemeyi tercih ediyorlar ya da evlenenler çocuk yapmamayı. Gelişmiş ülkelerdeki genç nüfus giderek azalıyor. Japonların %90 ‘ı boşanıyor. Avrupalı siyaset ve toplum bilimciler vatandaşlarının çocuk yapmaları için yeni planlar geliştiriyorlar, akıl almaz teşvikler veriyorlar.
Az gelişmiş ülkelerdeki genç nüfus gelişmiş ülkelere kayıyor. Nüfus dengeleri ve ırklar yeniden şekilleniyor.
50 yıl sonra, herhalde teknolojinin şu an en gelişmiş ülkelerde kullanılan şekliyle kullanılmadığı hiçbir ülke kalmayacaktır. İnsan türü, belki birkaç yüz yıl daha plansız çoğalma sürecinden kurtulamamış toplumların varlığıyla yaşamını sürdürmeye devam edecek. Ancak sonrasında tür giderek azalmaya başlayacak.
İnsanlık tarihi yepyeni süreçlere giriyor, bu doğal bir süreç mi yoksa gerçekten yok oluyor muyuz?
Kesin olan bir şey var, “zamanı gelmiş düşüncenin önünde hiçbir güç duramaz”. Zamanı gelmiş tarihi bir sürecin önünde de hiçbir güç duramaz.
4 Milyon yıllık insanlık birikiminin ulaştırdığı teknolojik yenilikleri reddetme ve geriye dönme şansımız olmadığına göre bu yeniliklerin sonuçlarını iyileştirmekten başka çaremiz yok.
Küresel ısınmanın etkilerini görünce (ki küresel ısınma da insan türünü ve hatta bütün yaşamı tehdit eden vahşi kapitalizmin emrine girmiş en önemli teknoloji çağı sonuçlarından biridir) panik bir vaziyette yapay önlemler almanın yollarını tartıştığımız gibi, belki bir gün, kendimizi yok ettiğimiz gerçeğiyle yüzleşir ve bununla ilgili çalışmalar da yaparız. Umarım kuzey kutbunda yaşayan çaresiz kutup ayılarının durumuna düşmeden bu durum için gerçek önlemler almaya başlarız.
İnsanlar önce yıkıp, yok edip sonra onarmayı seçiyor ve bunu yaparken de çoğu zaman geç kalıyorlar.
Yapılan savaşlar medeniyetlerin gelişmesine büyük katkı sağladı. İnsanlık tarihi kadar eski olan bu rekabet, bencillik, yarışma tutkusu, elde etme ve keşfetme içgüdüsü insanlığı buralara kadar taşıdı.
Büyük İskender o kadar doğuya gitmeseydi, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethetmesiydi ya da Amerika kıtası keşfedilmeseydi bütün bunlar yaşanabilir miydi? Muhtemelen başka bir tarih çıkacaktı ortaya.
Avrupa’da engizisyonlar kurulmasaydı, aydınlık fikirlerin tartışılması ve özgürlükçü akımların ortaya çıkması söz konusu olabilir miydi?
Bana öyle geliyor ki tarihin akışını ödenen bedeller değiştiriyor ve tarih içinde bedel ödenmeden hiçbir şey gerçekleşmiyor. Bu bedel zaman zaman yüzyıllar hatta belki bin yıllar sürebiliyor ama gelişim ve değişim mutlaka devam ediyor.
200-300 yıl öncesine kadar, kadınların içlerinde şeytan var diyerek diri diri yakan Avrupa’nın geliştirdiği teknoloji merkezli, adil olmayan kapitalist medeniyet yalnızca kendilerini değil topyekün insan ve yeryüzündeki neredeyse tüm canlıları tehdit etmeye başladı.
Bu süreçte daha muhafazakar ve yerel, doğayla bağlarını koparmamış, bütünün bir parçası olduğunu gören ve siyasi tanımlamalar, kavramlar yerine insana değer veren medeniyetler uzun bir süre daha hayatta kalacaklardır.
Aile bağları güçlü, içselleşmiş ve duygusal toplumlar, gelişmişliğin getirdiği bu dejenerasyon ve içe kapanıklığı daha güçlü karşılayabilecekler.
“İnsanlık tarihi bir kez daha doğudan yükselen ışıkla aydınlanacak, ancak bu ışık daha ne kadar aydınlatmaya devam edecek bunu henüz bilmiyoruz.”
Deniz Kartal
Ocak 2013
www.dunyalilar.org