ÇevreGenel

Nereye gidersen git, kendine varırsın…

 Anadolu coğrafyası, bir çok uygarlığın doğup gelişmesine kaynaklık eden eşsiz bir biyolojik çeşitliliğe sahip. Bu zengin çeşitliliği besleyen yaşamsal kaynaklar olan dere ve ırmaklar ve bu ırmakların yarattığı alüvyonal ovalar, antik dönemin önemli üretim merkezleriydi. Özellikle Roma döneminde Anadolu’nun önemli liman kentlerinden tüm Akdeniz’e tahıl, zeytinyağı ve şarabın yanısıra seramik ürünleri, kereste ve canlı hayvan taşınıyordu. Ancak Anadolu’nun nehirlerinin bir çoğu bugün daha çok para uğruna tarihten silinecekleri günü bekliyor. Bir nehri tarihten silmenin bedelinin kaç para olacağı sorusunun, yakın gelecekte içimizi en çok burkan sorulardan biri olacağı kuşkusuz. Zira her nehir, tarihin o büyük akışı içinde biriken binlerce öykünün ve yolculuğun tanığı olmasının yanında, kişisel tarihimizde de bizi biçimlendiren birer zaman ustası.

ANADOLU’NUN ZENGİNLİĞİNİ TAŞIYAN NEHİRLER

Roma imparatoru Agustos döneminde inşa edilen ve Yalvaç’tan Perge’ye kadar uzanan ‘Sabesta’ yolu sayesinde, iç bölgelerde üretilen ürünler Akdeniz’e ulaşıyordu ve bu hareketliliğin yarattığı zenginlik yörede büyük çiftlikler kurulmasını sağlamıştı. Bugünkü Isparta, Yalvaç ve Ağlasun çevresinde üretilen tahılların yanında bölgenin kaliteli keresteleri en önemli ihraç mallarını oluşturuyordu. Ancak bölgenin kerestelerinin limanlara ulaşmasında en önemli aracın da yine nehirler olduğunu yazıyor kaynaklar. Aksu (Keastros) ve Köprüçay (Euromedon) nehirleri bunlardan en önemlileri. Antik Pamfilya’yı İç Anadolu’ya bağlayan yollarla zaman zaman paralel ilerleyen bu iki nehir, sıcak yaz günlerinde hacimleri iyice azalsa da tarihin önemli dönemeçlerine eşlik ederek binlerce yıllık varlıklarını sürdürüyor.

TARSUSLU PAUL’UN YOLCULUĞU

Hristiyanlığın, Anadolu’dan başlayarak Makedonya ve Roma’ya ulaşmasını sağlayan Tarsuslu St. Paul (Saul), arkadaşlarıyla Kıbrıs’taki Pafos limanından yelken açarak çıktıkları yolculuğun sonunda Pamfilya’nın (Antalya) Perge kentine gelirler. Buradan da bugünkü Sütçüler ilçesi sınırlarından Torosları aşarak Psidia Antiokia’sına (Yalvaç) ulaşarak, kentteki Yahudi cemaatine Hristiyanlığı vaaz ederler. Ardından Konya’ya doğru yolculuklarını sürdürürler. St. Paul’un yolculuğu boyunca katettiği rota, bugün bir çoğumuzun haritadaki yerini bile bilmediği benzersiz bir coğrafya. Geçmişte Pavlu (Karapavli) olarak anılan Sütçüler ilçesinin adı, zamanla ‘Bavullu’, (Karabavullu) daha sonraları ise Sütçüler olarak evrilmiş. İlçenin geçmişteki Pavlu adının St. Paul’dan, Bavullu adının da tahta bavullarla gurbete giden halkından kaynaklandığına dair bir söylence olsa da kesin olan bir şey var ki, Sütçülerliler Fatih Sultan Mehmet döneminden bu yana İstanbul’daki sokak sütçülüğünü sürdüren Anadolu’nun en eski gurbetçilerinden biri olarak biliniyor.

KİLİM USTASI DOKUMACI AZİZ PAUL

Geçtiğimiz haftalarda, St. Paul’un çıktığı bu tarihi yolculuğun duraklarından biri olan Isparta’ya bağlı Sütçüler’in Kasımlar kasabasındaydık. St. Paul’un babasının mesleği olan dokumacılığı bir süre yaptığını yazar kaynaklar. Kilikya ‘Cilicium’ adı verilen ve keçi kılından üretilen dokumalar, giysiden çadıra yaşamın bir çok alanında kullanılmasıyla biliniyor. Yakın geçmişe kadar Kasımlar ve çevresinde de benzer bir dokumacılık çok yaygındı. Kadim yolların kesiştiği bir kavşak niteliğinde olan Kasımlar’ı ziyaret etmemizin nedeni, bir belgesel projesi için veri toplamak ve bölgenin zengin kültürel ve doğal dokusunu olabildiğince içimize çekmek. Benim için de ayrı bir önemi var Kasımlar’ın ve bu coğrafyanın. Küçük bir çocukken eşyalarımızı bir kamyona yükleyip, soğuk bir sonbahar günü üzeri brandayla örtülü kamyondan gördüğüm son manzara, Kasımlar’ın dar sokakları, bana çok ilginç gelen evleri ve kıvrıla kıvzıla uzayıp giden yollarıydı. Çünkü göç zamanı mevsim kışa doğru evrilmişti ve köyümüz Darıbükü’nü Ayvalıpınar’a bağlayan Dereboğazı yolu kapanmıştı. “Tota yolundan gideceğiz” demişti büyükler…

KASIMLAR’DAKİ ‘SİYASİ SOKAĞI’

Otuz üç yıl sonra beni çağıran Köprüçay’ın kunduzlarının peşine düşüp yine Tota yolundan gittiğim Kasımlar, aradan geçen zamanda çok fazla değişmiş sayılmaz. Aynı evler, aynı yollar, aynı ağaçlar ve hatta kimisi göçüp gitse de aynı insanlar zamana direnmeyi sürdürüyor. Ancak gökyüzüne göre renk değiştiren, ak köpüklü suların girdaplar eşliğinde döküldüğü ve ardından dinlendiği Yalı mahallesinin altındaki ‘kunduz büveti’ artık küçük bir dereye dönmüş. İlk karşılaştığım yaşlılara ‘kunduzlar hala var mı’ diye soruyorum. Kunduz büveti gibi zamana yenik düşen kimliklerden biri de bölgede herkesin ‘Siyasi’ diye bildiği Mehmet Ali Kökdoğan. Her soruna pratik bir çözüm bulmasından dolayı Kökdoğan’a ‘Siyasi’ lakabını uygun bulmuş bölge insanı. Uzun yıllar önce terki diyar eylese de Siyasi’nin adı Kasımlar’da halen çok canlı. Kasımlar Belediyesi adını bir sokağa vermiş; ‘Siyasi Sokağı’. Bu dağ kasabasında bu sokak adı bu ülkenin neden çok çarpıcı olduğuna en güzel örneklerden biri.

İSRAİL KRİZİ ST. PAUL YOLUNU VURMUŞ

Kasımlar’ın yolları, yaklaşık 2 bin yıl öncesinde yürünen St. Paul’un yoluyla kesişmiş. İngiliz Kate Clow’un girişimiyle yaklaşık yedi yıl önce tamamlanan St. Paul Yürüyüş Yolu projesiyle birlikte bölgeye başta İsrailliler olmak üzere dünyanın her yerinden insan hem tarihi rotayı yürümek, hem de bölgenin doğal zenginliklerini yaşamak için gelip gitmeye başlamış. Bu gelişmeyle birlikte, halkın büyük çoğunluğunun mevsimlik tarım işçisi olarak Antalya bölgesindeki seralarda çalıştığı bölgede az da olsa bir kıpırtı başlamış. Ancak bu kıpırtı fazla uzun sürmemiş. İsrail’le ardı ardına yaşanan siyasi krizler, bölgeye olan ilgiyi azaltmış. Kasımlar’daki bu küçük kıpırtının en önemli tanığı burada bir aile pansiyonu kuran Siyasi’nin oğlu olarak bilinen Abdurrahman Kökdoğan.

‘ÇOBANLARIN YOLUNDA KEYİF İÇİN YÜRÜMEK GÜZEL…’

Kasımlar bölgesinde ‘Yer Bize Çimen Verdi’ adıyla çekilecek belgeselin ön çalışması için birlikte bölgeye gittiğimiz arkadaşlarla konakladığımız pansiyonun ev sahibesi Serpil Hanım, eşiyle birlikte uzun süre Antalya Kumluca’daki seralarda çalışmış. Ancak şimdiki işini daha çok sevdiğini söylüyor. Dünyanın değişik ülkelerinden gelenler ve Türk konuklarıyla birlikte yürüyüşlere katıldığını söyleyen Serpil Hanım, “Turistlerle içli dışlı olduk. Bazen ben de turistlerle yürüyorum. Geçen yıl Kesme’den Kasımlar’a kadar yürüdüm. Eskiden çobanların yürüdüğü yollarda bir kez de keyif için yürümek çok güzel. Sırtına çantanı alacaksın, yürüyeceksin. Gezilip görülecek yer çok burada. El gezip görüyor ama biz mecbur kalmayınca gitmiyoruz” diyor.

HOYRATLIĞIN İÇİNDEKİ UMUT

Kökdoğan ailesi oldukça uyumlu ve sıcak kanlı. Bu durum en çok ekipten Tuba hanımın dikkatini çekiyor. Kasımlar’a daha önce de geldiğini ve bölgeye hayran olduğunu söyleyen Tuba, Serpil hanımın esprileri karşısında gülmekten kırlıyor. Memiş Demir’le birlikte yapılan kısa ‘böğürtlen turu’ sevindirse de Tuba’yı üzen şeyler de var bölgede. Gerçek bir doğa tutkunu olan Tuba’nın en büyük endişesi bölgenin güzelliğinin bozulacağı beklentisi. Kasımlar meydanında Belediye Başkanı Yusuf Karataş ile konuşurken de bu endişesini dile getiriyor. Anadolu insanına, doğasına ve kültürüne bu kadar incelikli bir ruhla sahip çıkabilen, bu varlıkları sadece ‘tüketmek’ yerine geleceğe de aktarmak için çırpınan insanların varlığı içinden geçtiğimiz hoyratlık dolu günlerde en büyük umudumuz oluyor. Kent insanının sanal sorunların sarmalında boğulup ruhunu örselediği günümüzde, özellikle kadınların yaşam mücadelesinde bir adım öne çıkmaları bu umudu daha da arttırıyor.

‘NE VERİRSENİZ VERİN…’

Kasımlar’ın dingin havasında Abdurrahman Kökdoğan’la bölgeyi ve St. Paul Yolu macerasını konuşuyoruz. Her yıl çeşitli dağcılık gruplarının geldiğini anlatan Kökdoğan, başlarda evlerinin yanındaki mandırayı ikiye bölüp odalar yaptıklarını söylüyor. Önce iki yürüyüşçü gelip yer yatağında konaklamış. “Kaç para” diye sorarak ücretlerini ödemeye koyulmuşlar o da “ne verirseniz verin” demiş ve böylece pansiyonculuk macerası başlamış. Sonra dört oda daha yapmışlar evlerinin üstüne. “Gemi baskını ve ‘van minute’ olayı olmasaydı burası da yetmeyecekti. Ama şimdi sekteye uğradı işler” diyor Kökdoğan.

‘GELENLERLE KARDEŞ GİBİ OLDUK’

Yürüyüşlerin daha çok ilkbahar ve sonbaharda bölgeyi tercih ettiğini söylüyor Kökdoğan. Çünkü sıcak havalar yürüyüş için uygun değil. Pansiyonda kahvaltı ve akşam yemeği de veriyorlar ve yaklaşık kırk kişiyi konuk edebiliyorlar. Tanıdıkları müşterileri evlerinde bile ağırlıyorlarmış. “Gelenlerin bir çoğuyla kardeş gibi olduk. Bu rota üzerinde bizim dışımızda Manavgat Çaltepe ve Sütçüler’de de pansiyonlar var. Ayrıca Eğirdir’de de konaklanıyor” diye anlatıyor.

LUNAPARK GİBİ KENTLERDEN ÇOK UZAKTA

Güney sahillerindeki profesyonellikten ve yapış yapışlıktan uzak, samimi bir atmosfer var burada. ‘Turistik’ olmuş beldeleri hep lunaparka benzetirim. Ancak lunaparklarda bir yere kadar eğlenilir ve ışıklar sönünce gidip yatılır. Abartılmış bir eğlence ve haz tutkusunun egoları şişirmesiyle ortaya çıkan atmosfer, turistik beldelerin bir çoğunu ışıkların hiç sönmediği lunaparklar haline getirdi. Bu yüzden bazı kentlerin ‘unutulması gereken kentler’ olmasını dilerim. Ancak Kasımlar gibi bir çok değeri içinde bir arada barındıran bölgelerin zorunluluktan değil, anımsanıp, fark edildilerek hakkı verildikten sonra sadece ‘tüketim çarkları’nı çevirenler tarafından unutulması en büyük dileğimiz olsun. Çelişkili bir durum olsa da bu görüntü çağında yok olmanın yolu biraz da fazla ‘görünmekten’ geçiyor.

ANADOLU KÜLTÜRÜNÜ YAŞAYAN KADAVRA HALİNE GETİRENLER

Kasdettiğim fark etme durumu, ‘Şoray Uzun Yolda’ türünden kaşiflerin keşfetmesi değil. Anadolu’nun zengin kültürel birikimini yaşayan bir kadavra haline getiren bu tarz gösterme biçimlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte bozulan iletişim biçimimiz, kendi kırsalının insanına Afrikalı kabile muamelesi yapan insanların türemesine yol açtı. Tatil ve gezi kavramını yalnızca gezerek ve görerek tüketmeye indirgeyen, ‘sırt çantalı’ tüketicilerden oluşan bu insan grubunun varlığı Anadolu’yu doğru biçimde tanımlamamızı da güçleştiriyor.

BÜTÜN YOLLAR ASLINDA KENDİNE ÇIKAR

Kasımlar, Antalya’ya üç, Isparta’ya bir buçuk saat uzaklıkta. Eğirdir’e ise yalnızca bir saat. Anadolu uygarlıklarının binlerce yıllık yollarının kesiştiği bu bölgede, ister St. Paul’un yolundan, ister Yörük çobanlarının yağlı çarıklarla tırmandığı sivri dağların ortasından geçen yollardan yürüyün; her durumda aslında kendi yolunuza varıyorsunuz. Tıpkı otuz üç yıl önce ‘kunduz büvetini’ geride bırakıp, Kasımlar’dan geçerek kendi geleceğime doğru çıktığım yolculuğun bir evresinde; sabah uyandığımda yanıbaşımda beliren kunduzun peşine düşüp kendime ulaşmam gibi.

Fotoğraflar: Mahmut Leventoğlu

http://gazeteciyazaryusufyavuz.wordpress.com

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu