Duyguların akılla yönetildiği gerçeklikten kopuk bir zemin bu. Onlar kibirlice aklını kullanıp duygulara hükmederken biz gerçeklikten bu kadar kopmalarına sinir oluyoruz.
Yeni siyaset şeklinin sevilebilir ve alışılabilir bir tarafı yok. Günümüzde siyaset giderek bir imaj yaratma ve o imaja inandırma faaliyetine dönüşmüştür. Toplumsal sorunları anlamada ve çözüm geliştirmede gerçeklere ihtiyaç duyuyoruz ama bu şartlarda gerçekliğin izini sürmek elbet çok zor. Bu zorluk aşabileceğimizin çok üstünde. Kısa süreli belleğimize ancak sığdırabildiğimiz dış hayatı, derinliğine anlamak imkansız. Hayatımızdaki hızlı akış, aklımızı yetkin biçimde kullanmamızı engelliyor. Görüntüler ve izler aracılığıyla hayatla ancak yüzeysel bir bağ kurabiliyoruz. Bu durum gerçekliğe ulaşabilmeyi zorlaştırıyor. Siyasetçi ya da onun çarpık söylemi çoğumuza fazlasıyla yetiyor.
“Ey…” diye başlayan sözler gayet etkileyici ve kolay. En cazip tarafı ise dinleyici ile hızlıca duygusal bağlar kurması. Hedefte hep duygular var zaten. Bu sözler o an heyecan, coşku yarattıysa ne ala! Bugün artık Sokrates’in sorgulanmamış bir hayatın hiç yaşanmamış olduğu sözü çok az insan için anlamlı. Dünyaya hükmettiğini söylemek bile kısa süreli bellekte duyguları yönetebilecek ve davranışa yetecek kadar etkili olabiliyor.
Duyguların akılla yönetildiği gerçeklikten kopuk bir zemin bu. Onlar kibirlice aklını kullanıp duygulara hükmederken biz gerçeklikten bu kadar kopmalarına sinir oluyoruz. Çıldırdığımız çok ama alıştığımız da yanlış sayılmaz. Senaryoların temel unsuru olan dost ve düşman kavramları ise bir imaja aidiyeti güçlendiren unsurlar. Düşmanın uydurulduğu an sorgulamanın bittiği ve beyinlerin öfkeyle uyuştuğu an. Düşman varsa kutsallar ve şahsi çıkarlar dışındaki her şey feda edilebilir hale gelir.
Çok modern yaşamlarımız ilkel bir toplum mühendisliğiyle yönetiliyor. Gerçekler; yarar-zarar ve riskler tarafından kuşatma altında. Seçimler hatta savaşlar; gerçekler değil imajlar üzerinden hesaplanıyor. Seçim için yapılan savaş yatırımları da kızgınlıkla hatırladığımız durumlardan biri. İmaj tutkusunun savaşlar yaratabildiğini görmek çok acı. Vietnam savaşının bu amaç doğrultusunda başladığı ve atom bombası ile de Amerika’nın süper güç olma iddiasının pekiştiğini New York Times’a sızdırılan Pentagon belgelerinde açıkça görüyoruz. İnsanlık tarihinin en kara lekesinin bir imaj uğruna yapıldığını bilmek korkunç. Dünyaya hakim olmak artık alıştığımız hakimiyetten farklı; fiziksel değil zihinsel bir şey.
Kitle bir toplumsallık özelliği taşımaz. Dinler, yutar ve kusar. Bu kadar hayali bir var oluşa toplum denemez. Her şeyi hemen tüketen kitle olsa olsa yığındır. Ve bu yığını coşkuyla bir arada tutmak ve kullanabilir hale getirmek dozajı giderek artan yalanları gerektirir. Sorumsuzca söylenen yalanlardan ne siyasetçi ne de kitle rahatsız olur. Bir şeylerin sadece iyi hissettiriyor olması tüketici için yeterlidir. Kitle neredeyse yalanı talep etmektedir. Tarih, ırk, vatan, millet söylemleri ile önemli sorunlar bile göz ardı edilir. Anlamını çoktan yitirmiş eylem etrafında kendilerini sıradanlığa ya da mutlu bir ölüme teslim ederler. Kitleler her şeyi böyle rahatça kabullenirken iktidar da giderek gerçeklikle bağını yitirir. Ve pervasızca kendinden daha emin davranır. İş bazen öyle çığırından çıkar ki kandırma giderek kendini kandırmaya dönüşüyor. Ya da tam tersi önce kendini kandırıp sonra kandırmaya geçilir. Buna inanabileceğimiz kadar saçmalık var elimizde elbet. Özelikle büyük yalancılara özgü özgüven ilk olarak kendilerini kandırdıklarını kanıtlar durumda. Ama gerçekle ve gerçek dünyayla kopuş tehlikelidir. Çünkü yalancı tüm eksenini kaybedebilir. Şizofrenik olan bu durumda zihin ne kadar yanıltsa da gerçek onu kuşatacaktır.
Tarih; yalancının en sevdiği oyuncağı
Geçmişle süslenen yalanlar da başka bir çeşidi bu yalanların. Geçmişten ders almalarıyla övünüp duruyorlar. Ya da geçmişi hatırlatarak bizi bugünlere şükrettiriyorlar. Oysa geçmişteki hiçbir paralellik bir gerçeklik sayılamaz. Çünkü değişen koşullar hiçbir olayı aynı kılamaz.
Tarihi bir bilim olmaktan çıkarıp siyasetçinin oyuncağı haline getirdiğimizde tarih gerçeğin değil anlatanın tarihine dönüşür. Anlatanın anlamları ile oluşmuş seçmece şekilde yaratılmış tarih, tarih olamaz. Bir şeylere neden ararken ısmarlama bir tarihten yararlanmak açıkça tarihi kötüye kullanmaktır. Bugünün yöneticisi geçmişi de yönetebileceğinden emin şekilde kanıtsız ve kaynaksız ya da tek kaynakla oluşmuş bir tarihin içinde at koşturuyor. Tarih zemininde oynanan oyun her yönüyle tehlikelidir. Tarih kimliklerin, hakların, kültürlerin, ideolojilerin doğduğu yerdir. Burada yapacağınız en küçük değişiklik büyük yıkımlara neden olur. Tarihi, kim için tarih durumundan kurtarmak şart. Böylelikle yalan tarihin, kitleleri pasifize eden etkisinden de kurtulmak mümkün.
Çocukluktan kalma bir kahraman arama halimiz hayatımızı yalana, sahip olduğumuz her şeyi ise imaja dönüştürüyor. Kurtarma, kurtarılma hayali karşımızdakini giderek yapaylaştırıyor. Hayat masala, karşımızdaki kahramana dönüşüveriyor. Bu gerçek dışı kabul bizi de giderek sorumsuz bir varoluşa götürüyor. Halinden memnun kahraman ise kandırabilmek için tüm sistematik araçları giderek daha çok biliyor. Artık kimse yalan söylemesin demektense yalana talebin olmaması daha makul gibi.
Hediye Çınar Ekinci