Yıkım, savaş ve sonrasındaki inşa dönemlerinde sanatın, edebiyatın, sinemanın ve diğer alanların nasıl bir tavır alması gerektiği çok sık tartışılan bir konudur. Bazı düşünürler savaşın ve yıkımın olduğu yerde bir şey yazmanın ve de yapmanın anlamsızlığından ve hiçliğinden bahsederken, bazıları da tam tersine sanatın, hem yazar, yönetmen ya da herhangi bir başka uğraş içinde olanları hem de yıkımı yaşayanları tedavi edici bir rol üstlendiğinden, bahsederler. Burada üzerinde durulması gereken şudur sanıyorum, her iki durumu da ifade ettiklerinde aslında bu konunun içine çoktan girmişler ve konuşmaya başlamışlardır. Hiçbir şey yapmanın kurtarmayacağını söyleyen de, bir şeyleri kurtarmak için üreten de artık olayın içerisindedir ve tanıktır. Hiçlik, olmazlık ve nedenleri anlatılırken bile beslenilen yıkımdır.
Zamana tanıklık etmek kolay bir iş değildir elbette. Özellikle olayın tam içerisinde olamayıp dışarıdan izlediğinizde ne yapacağınızı nasıl bir şeyler sunabileceğinizi düşünmek bile yıpratıcı bir süreçtir. Ama bu süreçte bir söz söylemek dahi bana kalırsa eylemsellik içerir. Çünkü yıkımı yaşayanla kurduğunuz ilişki sizi olayın içine taşır ve bu ilişki yani acıyı yaşayanla kurduğunuz empati tek taraflı değildir. Karşı taraf sizi duymasa bile hissi olarak varlığınızı bilecektir. İşte bunu başarmanın tek yolu sanatsal üretimdir; edebiyattır, sinemadır, bir yağlı boya tablodur. Deleuze’e atıfla söylersek bu bir “oluş” sürecidir. Oluş: herhangi bir çokluk arasında her zaman var olan iki çokluğun birbirinden farklılaşmasını önceleyen bir bölgeyi, bir ayırt edilmezlik ya da seçilmezlik bölgesini ifade eder.
Deleuze ve Guattari için bu oluş fikri en iyi Melville’in Moby Dick’inde örneklenmiştir. Kaptan Ahab ile beyaz balina arasındaki ilişki bir özdeşleşmenin ötesine oluş durumudur. Kaptan Ahab Moby Dick’ten ayrılamayacağını, balinayı vurursa aslında kendisini vurmuş olacağı hissine kapıldığında bir ayırt edilmezlik bölgesine girer, işte bu haldir oluş. Bu saf bir duygulam ve algılamdır. Bu kavramlardan kasıt, algılam algı değil, kendisini deneyimleyenden ayrı bir yaşamı olan, ilişki ya da duyu paketidir. Duygulam his değil, hissi yaşayanların ötesine geçen bir oluş durumudur. Bütün bunlardan bahsetme sebebimiz bu ayırt ediş anına, oluş anına, geçebileceğimiz tek yolun sanat olmasıdır. Ve sanatçı ve yazarlar bu yolla yıkımı yaşayanlarla ilişki haline geçebilir. Onların hissettiğini duyumsayarak, bu oluş hali içerisinde duygulam durumunu yaşayabilirler. Kaptan Ahab ile beyaz balinanın ilişkisinde olduğu gibi olayı yaşayanlarla geçtiğimiz bu ilişki hem üreten açısından hem de mağdur açısından önemlidir çünkü bir bakıma onunla aynı hissi duruma geçmektir yaşanan, aynı şeyi duymaktır.
Yaşam istesek de istemesek de sanatsal faaliyetin içine sızar. Çünkü bu faaliyet içerisinde olan biraz da etkisinde kaldığı yıkımdan kendisini korumak veya içerisinde bulunduğu durumu anlatmak için yazar. Terry Eagleton “Hayatın anlamı” sorgulamalarının en çok kargaşa kriz ve savaş dönemlerinde yoğunlaştığına dikkat çeker. Ona göre örneğin; Heidegger’in “Varlık ve Zaman” kitabında ortaya koyduğu argümanlar, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen tarihsel kargaşa dönemiyle ilişkisiz değildir. Yine benzer bir biçimde Jean-Paul Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’i de İkinci Dünya Savaşı ortasında yayımlanmıştır. Yani varoluşçuluk diyor Eagleton; insan hayatının anlamsız olduğu anlayışıyla, savaşı izleyen yıllarda serpilip, gelişen bir düşünce akımıydı. Ve ekliyor; belki bütün insanlar hayatın anlamı üzerine düşünür; ama bazıları geçerli tarihsel nedenlerden ötürü onu çok daha şiddetli bir biçimde düşünmeye sürüklenir. Geçerli tarihsel nedenlerle düşünmek işi edebiyatçıya, yönetmene, tiyatrocuya, felsefeciye veya sosyal bilimciye daha çok düşer sanırım. Çünkü onların anlatımı hem şimdiki zamanı hem de geleceği anlamlandırma açısından önemli bir yerde durur. Bu nedenle de sanatın bir dalında herhangi bir şekilde yer alanların yaşamın anlamını sorgularken bile bireyselden öte, derin düşünme zorunluluğu vardır.
Konuşulması ve üzerinde durulması gereken bir diğer konu sanırım tanıklığa dayalı anlatı ve içeriden bir bakış açısı sunabilmek. Bu konuda özellikle sosyal bilimlere çok şey düştüğünü belirtmek gerek. Her dönemde olduğu gibi savaş ve yıkım dönemlerinde de olabildiğince mağdurun tanıklığına ve yaşadıklarına dayalı bir anlatı geliştirmek daha ahlȃki olacaktır. Savaşı asıl yaşayan, yaşanan bölgedeki kadınlar, çocuklar, yaşlılar kısaca tabandakilerdir. Eğer bir metni üst yapı kurumlarının ya da devletin diliyle kurgularsak, yaptığımız şeyin ne olduğunu bir gün sorgulamamız ve yüzleşmemiz gerekebilir. Bu anlamda tanık olduğumuzu ancak yaşayanın dilinden, gözünden, anlatabilirsek acı ortaklığını sağlayabiliriz. Yoksa yaptığımız iş adına ne dersek diyelim; zaten mağdur olmuş olanı nesneleştirmekten ve mağduru tekrar mağdur etmekten öteye geçemeyecektir. Bir örnek vermek gerekirse; Jean Améry Auschwitz tanıklıklarını anlattığı kitabında; “Biz kurbanlar, bir zamanlar toplama kampı argosundaki anlamıyla, tepkisel kinimizin “işini bitirmek” zorundayız: Öldürmekti bunun anlamı. İşini bitirmek zorundayız ve yakında bitirmiş olacağız. Kinimizle huzurunu kaçırdıklarımızdan, o güne dek sabır göstermelerini rica ediyoruz.” Diyordu, kamp koşullarını yaşamayanlar, Améry’nin ne hissettiğine dışarıdan bakınca bu hıncı anlamakta zorlanıyorlardı çünkü onu hasta ve sorunlu olarak görüyorlardı ancak durum öyle değildi. Her türlü işkenceyi yaşamış, bedenini bir et yığını olarak duyumsamış, varlığı anlamsızlaşmış birisiydi karşılarında duran ve hakikate en yakın olan, onun tanıklığıydı. Onun öfkesinin nedeni hastalık değil, yaşanmışlığın belleğinde kalan iziydi ve tedavisi imkȃnsız bir yara kalıntısıydı. Bu nedenle daha iyi anlamak, anlatmak ve yorumlamak için; tanıklığa dayalı anlatı ve dilin olabildiğince mağdura yakın olması yıkım dönemlerinde oldukça önemli görünüyor.
Yıkım dönemlerinde edebiyat ve sanatın çaresiz kaldığı en önemli an belki ölüm olacaktır. Ölenin üzerine söylenen tüm sözler hep eksiktir çünkü. Ancak ölünün ardından yakılan ağıt da bir bakıma sanatsal bir edim değil midir? Yakılan ağıtın nedeni acıya dayanmayı sağlamaktır çoğu zaman. Blanchot’ya göre; “imkȃnsıza bakan kişi için, dünyada yaratılma ve terk edilme duygularıyla hiçbir ortak örtüsü olmayan, özsel gururlu ya da umutsuz bir yalnızlık vardır. Kendisini dünyalar halinde kurmaktan, aciz imkȃnsızlıkların, ıssız ve üzüntülü alanındaki yalnızlıktır bu. …Tanrılar çekip gittiğinde edebiyat, en radikal ölçüde, olanın varlığının – onun ortadan kayboluşunun mevcudiyetinin kendisini- konuşmaya ve gerçekleşmeye bırakmaktır.” Edebiyat, tanrısı bile çekip gitmiş imkȃnsıza bakan varlığın dili olacaktır. Her şeyini kaybetmiş, yalnızlığı, terk edilmişliği en derinden hissetmiş bir varlığa ses olacaktır. Yıkımı yaşayan için tanrı ölmüştür. Sığınacak hiçbir şey kalmamıştır işte bu çaresizlikteki insanın sesi olmalıdır belki de edebiyat, mağdurun tanrısını tekrar konuşturmaktır. Blanchot’nun vurguladığı gibi varlığını kaybedeni, yok olmuş olanı var etmektir bir anlamda yapılan ve hiç de önemsiz değildir bana kalırsa.
Kısacası baştan beri ifade etmeye çalıştığım; sanatsal her söz hiçliğe bile yazılmış olsa bir pratiğin karşılığı olacaktır. Çünkü sanat, edebiyat veya sinema bir şekilde zamanın tanığıdır, istençli ya da değil. Sanatsal faaliyet içerisinde olanın, yaşadığı çağı seçme şansı yoktur bu nedenle de çağının yangınlarını anlatabilen hem yıkımın inşasında pay sahibi olacak hem de tarihin hakikatine katkıda bulunacaktır.
Emek Erez
NOT: Yazı, Sancı Dergi II. Sayı’da yer almıştır.
Kaynaklar
Améry, J. (2015), Suç ve Kefaretin Ötesinde, “Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri”, (Çev. Cemal Ener), İstanbul: Metis.
Eagleton, T. (2013), Hayatın Anlamı, (Çev. Kutlu Tunca), İstanbul: Ayrıntı.
Levinas, E. (2011), Maurice Blanchot Üstüne, (Çev. Kudret Aras), İstanbul: MonoKL.
Smith, D. W. (2013), Saf İçkin Bir Yaşam, “Deleuze’ün Kritik ve Klinik Projesi”, (Çev. Emre Koyuncu), İstanbul: Norgunk.