Kültür-Sanat

Dostoyevski Üzerine Notlar (5): Rus Edebiyatı Dersleri

Çizim: Ilya Glazunov

Yine romanlarındaki birçok karakter kararsızlıklar, gelgitler içindedir. İnsanlar içinde bulundukları durumda sıkışırlar ve ne yapacaklarını bilemezler. Bu yüzden bir dakika önce söylediklerinin tam tersini yaparlar. Dostoyevski’nin yazar olarak bir özelliği de insanların gelgit ruh ve düşünce durumlarını çok iyi yansıtmasındaki başarısında gizlidir. İnsanların çoğu aslında toplumsal yaşamda ve hayatın içinde ne aradıklarını bilmemektedirler, bir şeylerin peşinden giderler. Ama neyin peşinde olduklarından çok da emin değillerdir. İşte o, bu duyguları çok iyi açığa çıkarır ve bir psikolog gibi insan ruhunun derinliklerinde gezinir.

 

Ortodoks Marksizm, Dostoyevski’yi “gerici bir yazar” olarak niteler. Lenin’in Dostoyevski’nin yaratıcılığından nefret ettiği iyi bilinir: “Bu çöp için zamanım yok”, “Bu bir tür ahlâkçı kusma.”,”Kitabı yeniden okuyup kenara atar.”[1]

Lenin, Dostoyevski’deki idealizmden, düşüncelerden ve kadercilikten hoşlanmıyordu belki. Ama onun romancı ruhundaki cevheri görememiştir bence. Dostoyevski’nin romanda yaptığı devrimi gözden kaçırmıştı.

Maksim Gorki, Dostoyevski’yi “Rusya’nın kötücül dehası”[2] olarak niteledi. Stalin döneminde ise, Dostoyevski’nin belli romanlarını okumak yasaklandı.

“İnsan Rembrandt’ın resimlerine, Dostoyevski’nin kitaplarına ne kadar derinden bakarsa dünyevi ve zihinsel biçimlerin son sırrının kendini açığa vurduğunu görür: Evrensel insanlık.”

Belki de Dostoyevski’ye olan kızgınlıkları, Dostoyevski’nin hızla yükselerek ve tüm dünyaca tanınarak evrensel anlamda saygı duyulan ve Rusya’yı temsil eden bir yazar haline dönüşmesinden geliyordu.

Aslında Dostoyevski’de Slavcı, milliyetçi ve dinci bir yan yok değildir. Metafizik de vardır. Bu anlamda eleştirilebilir onun düşünceleri. Ancak, bütün bunlara rağmen o, asla gerici bir yazar değildir, olmamıştır. Marksistler, özellikle onun “Suç ve Ceza” başlıklı yapıtından sonraki dönemini gerici olarak değerlendirirler. İşin ilginç yanı onun başyapıtları da bu dönemden sonra ortaya çıkmaya başlamıştır. Dostoyevski’nin çelişkili düşünceler içinde olduğu bir gerçektir. Gençliğinde ütopik sosyalist, hümanist düşüncelere ilgi duyarken, daha sonraları giderek Slav milliyetçiliğine ve Sibirya’daki hapishane günlerinin de etkisiyle dine doğru bir yönelim göstermiştir. Bu dönemde çarlık yanlısı da olmuştur.

O Andre Gide’in de değindiği gibi, eğer gerici bir yazar olsaydı bu kadar evrensel ve dünyanın dört bir yanında sevilen bir yazar olabilir miydi? Zweig ise şöyle der:

“İnsan Rembrandt’ın resimlerine, Dostoyevski’nin kitaplarına ne kadar derinden bakarsa dünyevi ve zihinsel biçimlerin son sırrının kendini açığa vurduğunu görür: Evrensel insanlık.”[3]

Ancak bütün bunları dönemiyle beraber ele alırsak onun bu yöndeki gelişimini de anlamış oluruz. Aynı Osmanlı döneminde nasıl “Batı yanlıları” ve Batı Karşıtları” varsa, Rusya’da o dönemde aynı şekilde “Batı karşıtı Slavcılar” ve “Batı yanlıları” arasında şiddetli tartışmalar vardır. Dostoyevski kendi Avrupa seyahatlerinin ve gözlemlerinin etkisiyle -biraz da orada geçiridiği parasız günlerin acısıyla- “Batı”dan uzaklaşmış, biraz da hayal kırıklığıyla giderek dergilere yazdığı yazılarda, mektuplarında milliyeci düşünceleri seslendirmeye başlamıştır.  Çelişkilidir görüşleri, bazen de Batı ile Slavcılığı uzlaştırmaya çalışır.

Diğer bir yanlış yaklaşım ise onu Tolstoy ile kıyaslayarak “küçültme” anlayışıdır. Bu anlayış, günümüze değin sürmektedir. İşin asli her ikisi de dünya edebiyat tarihine damga vurmuş iki büyük yazardır. Ancak bence Dostoyevski’de çok daha fazlası vardır, insanın iç dünyasına iner o. Bu anlamda kıyaslamadan öte herkesi kendi yerine koymak gereklidir.

Onda dinsel temelli görüşlerin gelişmesi ise Sibirya günlerinde olur. Çünkü hapishanede okunmasına izin verilen tek kitap İncil olmuştur. Dostoyevksi burada bir kadının kendisine verdiği İncil’i yıllarca tekrar tekrar okumuş ve onun bazı sahnelerinden özellikle etkilenmiştir. (Lazarus’un Dirilmesi bölümü gibi)

Aslında Dostoyevski’de Slavcı, milliyetçi ve dinci bir yan yok değildir. Metafizik de vardır. Bu anlamda eleştirilebilir onun düşünceleri. Ancak, bütün bunlara rağmen o, asla gerici bir yazar değildir, olmamıştır.

19. yüzyılın iki devi olan Nietzsche ve Dostoyevski belki de aynı gerçeğin peşindeydiler. Ancak Nietzsche “Tanrı öldü.” diyerek kendi yoluna gitti, Dostoyevski ise o içselleşmiş düalist sorgulamayı bir yana bırakmadan “Tanrı yoksa onu icat etmek gerekir.” diyerek tanrı kavramına sığındı. Ancak Nietzsche ve Dostoyevski farklı yollara gitmelerine karşın yine de kesişirler bir yerde. İşte bu nedenle Nietzsche, Dostoyevski’nin bir şeyler öğrendiği tek psikolog olduğunu dile getirir.

Ondaki dinsel temelli, milliyetçi görüşlerden yola çıkarak romanlarını reddetmek, tamamıyla ideolojik bir davranış biçimidir. Oysa onda ne hazineler gizlidir, insan ruhunun karanlık kıyılarında dolaşır ve bilinmeyen yönlerini keşfeder.

Dostoyevski’nin en çok sıkıntı çektiği konulardan birisi bu olmuştur hayatı boyunca: Tanrı kavramı. Sibirya’dan sonra yavaş yavaş mistik ve metafizik düşüncelerin etkisi altına girmiş ve Tanrı kavramına ve din olgusuna giderek yaklaşmıştır. Ancak hiçbir zaman içindeki düalist ve sorgulayıcı tavrını bırakmamıştır. Bu, en son kitabı olan Karamazov Kardeşler’de de görülür. Orada Tanrı kavramını sorgulamaya devam eder. Ama sıkıntılıdır her zaman olduğu gibi. Belki de bu nedenle “Tanrı bana bütün hayatım boyunca eziyet etti.” der. Belki de “Öteki” adlı romanındaki birbirine tıpatıp benzeyen ama kişilikleri ve davranış biçimleri farklı olan iki ayrı karakter yazarın kendisinden başka birisi değildir. Bitmeyen ve cehennemi yönleri olan, sıkıntı veren bir düalizmdir bu yazarın içindeki. Bu, kitaplarının hemen tümüne de yansımıştır.

Dostoyevski’yi kitaplarında tartıştığı düşüncelerden yola çıkarak gerici ilan etmek bence yüzeysel ve doğru olmayan bir yaklaşımdır. Dostoyevski’de gerici yanlar vardır, ama asla bir gerici değildir tümden. O kitaplarında düşünceleri kendi mantığıyla tartışır. Ve özellikle insanın iç dünyasına inmesiyle benzersiz keşifler yapar. Madem Dostoyevski “bu kadar gerici dinci önemsiz bir insandı” neden psikiyatri ve psikoloji biliminde bir etki yapmış, hatta Freud’u bile etkilemişti?

Ondaki dinsel temelli, milliyetçi görüşlerden yola çıkarak romanlarını reddetmek, tamamıyla ideolojik bir davranış biçimidir. Oysa onda ne hazineler gizlidir, insan ruhunun karanlık kıyılarında dolaşır ve bilinmeyen yönlerini keşfeder.

“Dostoyevski’nin romanlarında düşünceler, akkor kıvamındadır. Kavramlar imgelere, şahsiyetlere, simgelere, mitlere dönüşür. On dokuzuncu yüzyıl Rusyası’nın resmini çekmekle –bir tür mistik spekülasyon ve muhafazakâr duruşla– yetinseydi, bugün bütün dünya, onu okuyor olmazdı.”[4]

Dostoyevski, roman sanatını “Batı”dan aldıklarını ama ona Rus ruhunu kattıklarını söylemiştir. Böyle de olsa birçok eleştirmenin teslim ettiği gibi, o “Batı” roman geleneğinin bir yazarıdır.

Nietzsche ve Dostoyevski farklı yollara gitmelerine karşın yine de kesişirler bir yerde. İşte bu nedenle Nietzsche, Dostoyevski’nin kendisinden bir şeyler öğrendiği tek psikolog olduğunu dile getirir.

Dostoyevski’nin romanlarında acı ile birlikte diğer bir duygu yoğun olarak yer alır: merhamet. Onun kahramanları bazen hiç düşünmeden kendilerinin çok ihtiyacı varken, ceplerinde olan tüm parayı bir anda hiç tanımadıkları ya da yeni tanıdıkları bir insana verirler. ‘Suç ve Ceza’da Raskolnikov’dan birçok romanda buna benzer davranış biçimleri yer alır. “Ezilmişler ve Aşağılanmışlar” romanında da Nataşa’nın ihtiyar babası böyle yapar.

“Aceleyle, heyecandan titreyerek ceplerini araştırmaya başladı. lki üç gümüş ufaklık çıkardı. Ama az geldi ona bu, iç cebinden cüzdanını aldı, bir rublelik bir kaǧit para çıkardı -bütün parası buydu- küçük dilencinin avcuna tutuşturdu. – Tanrı yardımcın olsun, küçüğüm… yavrum! Tanrı korusun seni!” [5]

Yine romanlarındaki birçok karakter kararsızlıklar, gelgitler içindedir. İnsanlar içinde bulundukları durumda sıkışırlar ve ne yapacaklarını bilemezler. Bu yüzden bir dakika önce söylediklerinin tam tersini söylerler. Dostoyevski’nin yazar olarak bir özelliği de insanların gelgit ruh ve düşünce durumlarını çok iyi yansıtmasındaki başarısında gizlidir. İnsanların çoğu aslında toplumsal yaşamda ve hayatın içinde ne aradıklarını bilmemektedirler, bir şeylerin peşinden giderler. Ama neyin peşinde olduklarından çok da emin değillerdir. İşte o, bu duyguları çok iyi açığa çıkarır ve bir psikolog gibi insan ruhunun derinliklerinde gezinir. Aşağıdaki alıntıda da bu örneklerden birisi dile getiriliyor:

“Bak Vanya, Anna Andreyevna’ya söz verdim … yani ikimiz karar verdik, yetim bir kızı evlat edineceğiz . . . anlayacağın, demin gördüğümüz kız gibi küçük bir zavallıyı yanımıza alıp okutacağız, yetiştireceğiz, anlatabiliyor muyum? … aman canım, boş şeyleri bırakalım! Kız neme gerek benim? Gerek yok. Eğlence olsun işte … evin içinde bir çocuk sesi ısıtılsın diye.[6]

 “Sonunda insanlığın evrensel ittifakından  bahsettiğimde salon neredeyse histeri nöbetine tutulmuştu, (sana haykırışlardan ve vecd içindeki bağırışlardan söz etmeyeceğim) bitirdiğimde: Dinleyenler arasında birbirini tanımayan insanlar ağlayarak kucaklaşıyor ve daha iyi olacakları, bundan böyle birbirlerinden nefret etmeyeceklerini, sadece seveceklerini haykırıyorlardı”

Puşkin konuşması

“Belki Rusya’yı incelememiş olabilirim,

ama Rus ruhunu ezbere biliyorum!

Benim gibi tanıyan çok az kişi vardır.

Sanırım övünüyorum.

Bağışlanabilir bir hata bu, değil mi?”[7]

 

Moskova’daki Puşkin anıtının açılış töreni 26 Mayıs 1880’de yapılacaktı. Dostoyevski ve Turgenyev, büyük şair hakkında konuşmak üzere Rus Edebiyatını Sevenler Topluluğu’ndan davet aldı. Dostoyevski,  hayatı boyunca hayranlık duyduğu, manevi yol göstericisi ve büyük Rus dehası olarak gördüğü Puşkin hakkında bir konuşma hazırladı. Bu konuşma büyük heyecanla karşılandı, özellikle Slav yanlısı milliyetçi aydınlar tarafından.

Dostoyevski, Puşkin üzerine yaptığı konuşmaya, Puşkin’i gelecekten haber getiren bir peygamber olarak niteleyerek başlar. Ona göre, Rus halkını daha iyi anlayan ve yansıtan Shakespeare kadar büyük, belki onlardan da büyük başka bir yazar yoktur. Dostoyevski söyle der:

“Sonunda insanlığın evrensel ittifakından  bahsettiğimde salon neredeyse histeri nöbetine tutulmuştu, (sana haykırışlardan ve vecd içindeki bağırışlardan söz etmeyeceğim) bitirdiğimde: Dinleyenler arasında birbirini tanımayan insanlar ağlayarak kucaklaşıyor ve daha iyi olacakları, bundan böyle birbirlerinden nefret etmeyeceklerini, sadece seveceklerini haykırıyorlardı”[8]

Ancak Dostoyevski’nin sözünü ettiği insanlığın evrensel ittifakı biraz da soyut kalmaktadır. Bunun için  önce Rus halkının kendisi olması gerektiğini savunmaktadır. Avrupa düşüncesine tepkilidir.

“Biz diyoruz ki, bugünkü ekonomik yoksulluğumuz içinde, hatta bundan da feci yoksulluklar pençesinde bile, sevgi temeline dayanan evrensel bir kardeşlik kavramını benimsemek, el üstünde tutmak mümkündür.”[9]

Daha sonra ise kendisini eleştiren Gradoski’ye de uzunca bir yanıt verir:

“Evet, artık Batı’da gerçek anlamda ne Hristiyanlık ne de kilise var. Bugün Batı’da gerçek Hristiyanlar yoktur demiyorum, her zaman olacak; ne ki Katolik cemaati artık Hristiyan olmaktan çıkmıştır. Her gün biraz daha putperestliğe kayıyor. Protestanlık ise gün geçtikçe Allahsızlığın, kararsız ve karanlık bir ahlâk anlayışının korkunç uçurumuna yuvarlanıyor.”

Dostoyevski, Rus millyetçiliği ile Hristiyanlığı kendi zihninde birleştirir ve liberal olarak nitelediği Avrupa düşüncesini savunan aydınları da eleştirir:

“Ve halkın ülküsü İsa’ya ulaşmaktır. Aydınlanma ışığı zaten İsa’dan gelmiyor mu? Bu halk tarihinin en canlı, en buhranlı dönemlerinde toplum çıkarlarıyla ilgili her konuyu İsa’yı göz önünde tutarak kararlaştırmadı mı, kararlaştırmıyor mu? Şimdi işi alaya alacaksınız, diyeceksiniz ki: “Öyle ağlayıp sızlamak yetmez; biraz da bir şeyler  yapmak gerek, biraz da bir şey olmak gerek. ” İyi de, söyleyin bana, siz Batı kafalı aydın Ruslar, sizin aranızda hak yolunda yürüyenler var mı?”[10]

Aslında Dostoyevski Hıristiyanlığın Katolik ve Protestan yorumlarını da eleştirir ve yozlaşmakla suçlar. Onun Hristiyanlığını simgeleyen tek şey aslında İsa imgesidir. Avrupa yanlısı aydınları, Rus’u Avrupalı yapmakla ve soysuzlaştırmakla suçlar. Aslında milliyetçi ve dinsel fikirleri birleştiren bunu da kendi öznel bakışıyla yapan bir yaklaşımı vardır. Avrupa’yı eleştirirken, farkında olmadan Avrupa’da doğup filizlenmiş özgürlükçü düşünceleri de eleştirir. Avrupa yanlısı Rus aydınını eleştirirken, bu düşünceleri de süpürüp atar.

Yine de bütün bu milliyetçi ve din kaynaklı düşüncelerine karşın, bir dünya savaşının çıkacağını öngörmüştür.O yüzyıl içinde ya da 10 içinde bir dünya savaşının patlak vereceğini yazmıştır. [11]

Dostoyevski’nin karakterlerinin biraz da o anki ruhsal durumlarına göre, fiziksel özelliklerinden çok duygu ve davranışlarıyla öne çıkarlar.( Daha çok da duygularıyla), Tolstoy daha farklı, daha keskin ve fiziksel özelliklere sahip karakterlere sahip. Daha farklı biçimde söylersek Tolstoy karakterleri odaya girmeden önce kapıyı tıklatır, ama Dostoyevski karakterleri heyecanlı bir şekilde çakmak çakmak yanan gözlerle aniden girerler odaya.

“Tolstoy’da gördüğümüz için işitiriz, Dostoyevski’de ise işittiğimiz için görürüz.”

Rus yazar Dmitry Sergeyevich Merezhkovsky şöyle der:” “Tolstoy’da gördüğümüz için işitiriz, Dostoyevski’de ise işittiğimiz için görürüz.”[12]

Dostoyevski’nin karakterleri, biraz da o anki ruhsal durumlarına göre, fiziksel özelliklerinden çok duygu ve davranışlarıyla öne çıkarlar.( Daha çok da duygularıyla), Tolstoy daha farklı, daha keskin ve fiziksel özelliklere sahip karakterlere sahip. Örneğin Emile Zola bütün karakterlerinin fiziksel haritasını çıkarır (boyu, kilosu, vücut özellikleri, yüz hatları)ve romana girecek her karaktere bir pasaport verirmiş. Tolstoy da biraz öyle. Ama Dostoyevski karakterlerine bakarsak örneğin Raskolnikov, fiziksel hatlarını, özelliklerini hatırlamayız, ama ruhsal dünyasındaki gelgitler kazınır hafızamıza unutulmaz trajik sahnelerde. Daha farklı biçimde söylersek Tolstoy karakterleri odaya girmeden önce kapıyı tıklatır, ama Dostoyevski karakterleri heyecanlı bir şekilde çakmak çakmak yanan gözlerle aniden girerler odaya.

“Onun romanlarına karanlık bir odaya girer gibi girer insan. Sadece siluetler görür, belli belirsiz sesler duyar, bunların kime ait olduklarını tam olarak anlamaksızın. Ancak yavaş yavaş alışır ve keskinleşir göz: Rembrandt resimleri gibi derin bir alacakaranlıktan çıkan ince, ruhsal bir akışkan insanların içini aydınlatmaya başlar. Ancak tutkuya kapıldıklarında tam olarak ışığa çıkarlar, insanlar Dostoyevski’de görünür olabilmek için önce kor gibi yanmalı, ses çıkarabilmek için sinirleri kopacak kadar gerilmiş olmalıdır.”[13]

Rus Edebiyatı Dersleri

 “Ama ne sen İsa’sın, ne de ben Yahuda.”
Karamazov Kardeşler

“Dostoyevski’yi madara etmek için sabırsızlanıyorum.”  diye başlamış sözlerine “Lolita” kitabının yazarı Rus yazar Vladimir Nabokov “Rus Edebiyatı Dersleri” başlıklı kitabındaki Dostoyevski ile ilgili bölüme. Ve şöyle devam ediyor:

“Bu bakış açısıyla Dostoyevski büyük bir yazar değil, hayli vasat bir yazardır – mükemmel mizah parıltıları vardır, ama ne yazık ki bu parıltıların arasında yavanlıklarla dolu çorak araziler uzanır.”[14]

Nabokov’un dili, o kadar tepeden ve kibirli ki, Dostoyevski’yi sınıfta bırakan bir öğretmen edasıyla yazmış neredeyse. Biraz da, “madara etmek” penceresinden bakmış ve Dostoyevski’nin tüm edebiyat yaşamını ve yazarlığını deyim yerindeyse yerin dibine sokmaya çalışmış. Bunu yaparken de, kendisini dünyanın merkezine koyan bir otorite havasıyla yapmış. Yazarlıktan öte, psikiyatr da olmuş ve Dostoyesvki’ye “nevrotik” teşhisi koymuş. [15]

Nabokov’a göre Dostoyevski’nin yazdığı en iyi şey “Öteki (1846)” kitabıdır.

Turgenyev’in, Dostoyevski’yi Rus edebiyatının burnundaki bir sivilce olarak nitelediğinden söz ediyor. Bazı kitaplarını (Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza vb…) ele almış ama hepsinin işini üç-beş sayfada yüzeysel bir inceleme ile bitirip çöpe atmış. Sık sık da şöyle cümleler var kitapta:” Bildiğimiz üzere Dostoyevski büyük bir hakikat arayıcısı, ruh hastalıkları konusunda bir dahidir; ama onun Tolstoy, Puşkin, Çehov gibi büyük bir yazar olmadığını da biliyoruz.”[16]

Turgenyev ile Dostoyevski arasında çelişkiler vardı. İki yazarın hayata bakışı da farklıydı. Ama Turgenyev’in Dostoyevski’nin yazarlığını beğendiği ve bunu ifade ettiği sözler de mevcuttur, Tolstoy’un da aynı şekilde. Dostoyevski ise, ‘Anna Karenina’ gibi bir yapıta Avrupa edebiyatında rastlanmadığını belirtmişti. Aynı şekilde Tolstoy, ıssız bir tren istasyonunda öldüğünde yanında tek bir şey bulundu, o da Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanıydı.

Zaten bu klasik yöntemdir, Dostoyevski’yi sevmeyenler hemen onu Tolstoy ile kıyaslarlar. Nabokov, kendisini o kadar yukarıya koyuyor ki, şöyle diyor:

“Tolstoy, düzyazıda Rusların en büyük yazarıdır. Öncülleri Puşkin ve Lermontov’u bir yana bırakırsak Rus düzyazısının en büyük sanatçılarını şöyle sıralayabiliriz: bir, Tolstoy; iki Gogol; üç, Çehov; dört, Turgenyev. Bu biraz öğrencilere not vermek gibi bir şey; herhalde Dostoyevski ile Saltıkov da, aldıkları kötü notları konuşmak için kapımda bekleşiyorlardır.”[17]

“Dostoyevski Sibirya’daki dört esaret yılını, katiller ve hırsızlarla birlikte geçirdi; sıradan mahkumlarla politik mahkumlar arasında hiçbir fark gözetilmiyordu… Aralarında yaşadığı mahkumlardan bazılarının, canavarlıklannın yanında zaman zaman insani özellikler göstermesi tabiidir. Dostoyevski bu belirtileri toplayıp, üzerlerine basit Rus insanının çok yapay ve patolojik bir idealizasyonunu inşa etti.”[18]

Nabokov bu düşüncesinde Dostoyevski’nin özellikle Sibirya’da aynı hapishanede kaldığı mahkumlar üzerine olan gözlemlerini, “Rus insanının çok yapay ve patolojik bir idealizasyonu” olarak niteleyerek yine küçümsüyor ve değersizleşleştiriyor. Oysa birçok eleştirmene göre “Ölüler Evinden Anılar”da yaptığı gözlemler olağanüstüdür. İnsan ruhunun derinliklerine iner ve eşsizdir. Ben de öyle düşünüyorum. Acımasız bir katil olarak lanetlenmiş bir kişideki soylu ve içten gelen bir iyiliği de açığa çıkarır. Dostoyevski burada edebiyatta bir devrim yapmıştır aslında. İnsanların “saf iyi” ya da “saf kötü” olmadıklarını bunların karışımından ibaret olduklarını saptamıştır.

Nabokov’un eleştirilerine bakarsak, hayatımda böyle bir edebiyat eleştirisi okumadığımı söyleyebilirim. Aslında bir “edebiyat eleştirisi” değil, kendisinin de ifade ettiği gibi “Dostoyevski’yi nasıl madara ederim” metnidir bu yazdıkları.

Nabokov hatta Dostoyevski ve kitapları ile ilgili bilgileri kendisine göre çarpıtıyor da. Örneğin “Yeraltından Notlar” kitabının asıl adının “Fare Deliğinden Notlar” olduğunu ısrarla yanlış bir şekilde iddia ediyor ve yeraltı adamına da Fare-adam olarak hitap ediyor. Kitabın çervirmeninin bu konudaki notu şöyledir.

“Özgün adı ‘Zapiski iz podpoly ‘ olan roman, Türkçeye de ‘Yeraltından Notlar’ adıyla kazandırılmıştır. ‘Pod polya’ gerçekten de ‘yeraltı’ anlamına geldiği halde, Nabokov’un bu terimi ‘fare deliği’ olarak çevirme konusundaki ısrarı ilgi çekicidir “[19]

Bence Nabokov’un ısrarla yeraltı adamına “fare-adam” olarak yanlış bir biçimde hitap etme ısrarı onu küçümsemesinden ileri geliyor. Fare-adam dediğinde onu daha da küçümsemiş olduğunu hissediyor Nabokov.

Nabokov o kadar çok kendini beğenmiş bir insan ki, büyük fransız filozofu ve yazar egzistansiyalist felsefenin kurucularından birisi olan Sartre’ı bile değersizleştip bir kenara atıveriyor ve şöyle diyor:

“Dostoyevski’nin bir Fransız gazetecisi olan Sartre gibi vasat taklitçileri de, günümüzde aynı eğilimi devam ettiriyorlar.”[20]

Nabokov, eleştirilerinde ne kadar haksız olduğunun ve ileri gittiğinin de farkındadır aynı zamanda “Bu hilelerin bazıları, Tolstoy’un yöntemleriyle kıyaslanınca, bir sanatçının parmaklarının dokunuşundan ziyade, sopayla indirilmiş darbeler gibi gelir bana; ama bu fikrime katılmayacak çok sayıda eleştirmen vardır.”[21]

Okurken insanın “Sen kimsin de Tolstoy’a, Dostoyevski’ye karne verecek konumda hissediyorsun kendini?” diye sorası geliyor. Kitabının ismini “Rus Edebiyatı Dersleri” koymuş, ama kendisinin biraz derse ihtiyacı var gibi görünüyor bu konuda. Özellikle üslubu ve kibirli diliyle.

Dostoyevski elbette eleştirilebilir, ama Nabokov öyle bir eleştirmiş ki çöpe atmış ve birçok eleştirmen tarafından bütün zamanların en büyük yazarı olarak nitelenen bir yazarı “kibirli ve edebiyat eleştirisi dili ve anlamından yoksun, külhanbeyi” üslubuyla yapmış bunu da. Elbette bir Stefan Zweig ya da Andre Gide’in Dostoyevski eleştirilerinin yanına bile yaklaşamıyor.

 “Budala” üzerine birkaç not

Avrupa’da kaldığı dönemde “Budala” adlı kitabını yazdı. Dostoyevski, “Budala” kitabının fikri olarak, bir gazete haberinden esinlenmişti. Habere göre, yıllarca taciz ve kötü mualemeye tabi tutulan 15 yaşındaki bir kız olan Olga Umetskaia, yıllar sonra bu duruma artık dayanamamış ve kaldığı evi ateşe vermişti. Bu kişi, kitapta Nastássia Filipóvna karakterine denk düşer.

“Budala olmasına budala, ama bir şey elde etmenin en iyi yolunun karşısındakini pohpohlamak oldugunu biliyor; ilginç biri!”[22]

Belinski, Dostoyevski’nin “Öteki” adlı kitabında (1846) “gerçeğin fantastikle tahrif edilmesi”ne karşı çıkmış, .. günümüzde fantastiğin yeri edebiyat değil, yalnız timarhanedir, ve edebiyatçıların değil, doktorların konusudur,” demiştir.

“Edepsizlikte aşırılıǧın bir son düzeyi vardır ki, fazlaca sinirlenmiş ve kendinden geçmiş bir insan, hiçbir şeyden korkmaz, her tür rezaleti göze almıştır, hatta sevinç bile duyar bu durumundan.”

Dostoyevski’nin birçok romanında fikirler, olayların önüne geçer zaman zaman. Sazı eline kahramanlar sayfalarca hiç aralıksız konuşabilirler. Örneğin “Budala” romanında Prens Mişkin sözü eline alır ve sayfalarca kesintisiz konuşur. Dostoyevski’nin kendisi bile bazen sözü çok uzattığını kabul etmekte ve şöyle demektedir:

“Romandaki birçok şey aceleyle yazıldı, birçok şey uzatılmış ve başarısız, ancak bazı başarılı şeyler de yok değil. Romanımı savunmuyorum, fikrimi savunuyorum.”[23]

Bazen insanlar inanacak bir şey ararlar hayatlarında. Çok şey kazandıklarını düşünmüş olsalar da, bir anda aslında gerçeği anlarlar: inanacak =kendilerini uğruna adayacak hiçbir şeyleri yoktur ve bu gerçek onları kahreder.

“Yitirdiǧi inancını geri almanın savaşımını veren bir eylemci. Ona şimdi ıstırap derecesinde gerekli bu… Evet! Bir şeye, birine inanmak ihtiyacında!”[24]

Dostoyevski, “Budala” romanında “güçlünün hakkı” sorunu üzerinde duruyor, ancak sorunu Proudhon’a gönderme yapmasına karşın yanlış bir şekilde yansıtıyor ve “güçlü olanın haklı olduğunu” demeye getiriyor.[25] Ancak Proudhon ise tam tersini söylemek istiyordu, yani halkın güçlü olduğunu ve devrimci güç kullanabileceğini dile getiriyordu.

“Alıngan ve kolay öfkelenen insanlar -özellikle de öfkelerinin doruğuna ulaştıklarında, ki pek çabuk ulaşırlar bu noktaya bu hallerinden büyük tat alırlar. O anda aşağılanmış olmak büyük haz verir onlara. Bu insanlar daha sonra, eğer akıllılarsa ve gereğinden on kat daha fazla öfkelenmiş olduklannı aniayabilecek durumdalarsa, kesinlikle çok pişman olurlar.”

“Birine tohumunuzu,’sadaka’nızı atarken, yani her ne biçim altında olursa olsun birine bir iyilik yapılırken, kişiliginizden bir şeyleri karşıya veriyor ve ondan da aynı şekilde bir şeyler alıyorsunuz demektir. Başka bir deyişle kişilikler birbirine katılmakta, birbirine eklenmektedir.”[26]

İnsan bir sınırı geçtiğinde artık utanma duygusundan da arınır. Olabilecek hiçbir şey artık onu utandırmaz, çünkü vicdanındaki bir şeyleri ya on için ya da sonsuza kadar yitirmiştir. İşte başka hiç bir yazarda bulamadığımız insan üzerine bu psikolojik tespitlere Dostoyevski romanlarında sık sık rastlarız.

“Edepsizlikte aşırılıǧın bir son düzeyi vardır ki, fazlaca sinirlenmiş ve kendinden geçmiş bir insan, hiçbir şeyden korkmaz, her tür rezaleti göze almıştır, hatta sevinç bile duyar bu durumundan.”[27]

Sürecek…

Erol Anar

Temmuz 2017

 

Dipnotlar

[1]Vadim Filatov: The Nihilism of Dostoevsky”, https://v-filatov.jimdo.com

[2] Quotes about Dostoevsky (from noted scholars), http://www.fyodordostoevsky.com

[3] Stefan Zweig: “Üç büyük usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski“, Çeviren: Nafer Ermiş, Türkiye İş Bankası Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, s. 122.

[4] Age.

[5] Dostoyevski: “Ezilmişler ve Aşağılanmışlar”, İletişim Yayınları, 10. Baskı, 2012, İstanbul, s. 65.

[6] Age, s. 66.

[7] Dostoyevski:Mektuplar, s. 86.

[8] Dostoyevski: “Puşkin Konuşması”, İletişim Yayınları, 1. Baskı: 2009, İstanbul, s. 10.

[9] Age, s. 20.

[10] Age, s. 56.

[11] Age, s. 82
[12]Dmitry Sergeyevich Merezhkovsky: “Tolstoy as Man and Artist with an Essay on Dostoyevsky”, TheClassics.us, September 12, 2013, USA.
[13] Zweig, age, s. 110.

[14] Nabokov, age, s. 148.

[15] Nabokov, age, s. 149.

[16] Age, sa. 187.

[17] Age.

[18] Age.

[19] Age, s. 167

[20] Age, s. 170.

[21] Age, 184.

[22] Dostoyevski: “Budala”, İletişim Yayınları, 8. Baskı, 2010, İstanbul, s. 217

[23] Budala, s. 27.

[24] Age, s. 284.

[25] Age, s. 353

[26] Age, s. 474.

[27] Age, s. 485.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu