Muhafazakâr / patriyarkal / kapitalist politikalar kadınları gitgide kıstırıyor, eve kapatıyor, aile dışında bir yaşam alanı bırakmıyor. Boşanmış, yalnız ya da sevgilisiyle yaşayan kadınlar sistem için tehdit olarak görülüyor.
Ailenin ulus devlet yaratma sürecinden itibaren hükümetlerin politikalarıyla uyumlu, itaatkâr, toplumsal cinsiyet rollerine uygun bireyler yetiştirmek açısından önemli bir toplumsal işlevi olduğunu bilmekteyiz. Aile, ulus yaratma sürecinde özel alanın sınırları içine hapsedilir ve devlet tarafından incelemeye alınır.
Aile kurgulanırken sağlıklı çocuk yetiştirmek, hijyen, gebelik, evlilik yaşı, görücü usulü ile uygun evlilik yaşı gibi meseleler sürekli gündemde tutulur ve basın tarafından “doğru” ailenin propagandası yapılır. Mesele sadece “kızların kuma, cariye ve çocuk yaşta gelin olmasını önlemek değil; erkek cinselliğinin öteki kuraldışı biçimlerini de evcilleştirmeye dönüktür. Amaç, “ahlaklı” vatandaşlar yetiştirmektir.
Hegel’in 1821’de Hukuk Felsefesinin Temelleri’nde yazmış olduğu gibi “kamusal alan” siyaset ve eril politikaya eşdeğerdir. Buna karşılık “özel alan” aile ve kadınla özdeşleştirilmiştir. Bu paylaşım cinslerin doğal kalitesi, bedenlerinin tözü üzerinden işbölümünün uyumu ve türlerin doğal yetenekleriyle doğrulanır. Gerçekte ortaya konmak istenen Michelle Perrot’ya göre “kadınların yeteneksizliğidir”. Doğa’ya yakın olmak düşüncesi zamanla küçültücü bir biçime bürünür; kültür ve politikadan uzaklaşmak halini alır. İnsanlık edimi eril olanın erkeğin yanında, aynı zamanda da erkeğe özgü olan bilme üstünlüğü ve mücadele gücü uygarlığı doğrulayan veriler olarak görülmeye başlanır. Riot-Sarcey’e göre kadının değerinin düşürülmesi dolaylı olarak sosyal düzenin gerekliliğinin aracı olarak kabul edilir.
Comte 1838’de “Bütün insan topluluklarında olduğu gibi, kamusal yaşam erkeklere aittir ve kadınların varoluşu yuva için kaçınılmazdır. Bu doğal farklılık silinmekten çok uzaktır.” biçiminde düşüncelerini dile getirir. Özel ve kamusal alanın karşıt doğması ve böyle devam etmesi bunu evrenselleştirir. Kamusal alan “kapalı” mekân haline gelir. Bu kapalılık kendi alanına girilebilmesi için sembolik anlamları da beraberinde getirir. Politika yapabilmek ancak erkekliğe özgü değerlerle mümkündür. Kadınlar ise iktidarlarını onlara uygun görülen alanda açığa çıkarırlar: Aile.
Eğer erkekler, kadınların politik ve sivil haklardan yararlanmasını reddetmişlerse tabii ki bunun haklı nedenleri mevcuttur; kadınların yaşamlarını adayacakları çok daha önemli bir görevi vardır: Çocukların eğitimi. Kısacası anne vatandaş olmak vatandaş olmamayı telafi eder. 19. yüzyılın kadın hakları savunucuları dahi anneliğin haklarını savunur ve yüceltir. Temsiliyetçi demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, politik gücün geçerliliği açısından özel mülkiyet ve ailedir; bu durum kadınların siyaset sahnesinden dışlanmasını doğurur. Riot-Sarcey’e göre tekelci temsili sistemin temel direği ise sistemin devamı için kadınların dişileştirilmesidir.
19. yüzyılda kamusal yaşamda eşitlik talebiyle başlayan kadın hareketi 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren “özel alan politiktir”, “bedenimiz bizimdir” önermeleriyle ailenin sorunsallaştırıldığı, kadınlar için ailenin anlamının tartışılmasının önünü açan politikaların gündeme getirildiği bir hareket olur. Ev içi emek, cinsiyetçi iş bölümü, bakım emeği, “annelik”, evde yaşanan fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik, duygusal şiddet biçimleri görünür kılınır. 1990’lı yıllardan itibaren ise queer teori kavramsallaştırmasıyla eşcinsel haklarının konuşulduğu, eşcinsel birlikteliklerin feminizmin kazanımlarının sonucu olarak görece rahat yaşandığı bir sürece girilir.
Birlikte olmaktan, “istediğim gibi yaşama özgürlüğümü elimden alamazsınız” demekten, öfkemizi dile getirmekten asla vazgeçmemek gerek. Başka bir dünya yaşadığımızınkinin eksiklerinin çözümlenmesinden yola çıkılmadıkça hayal edilemez.