Kültür-Sanat

Angelopoulos’la Melankolik Bir Yolculuk

Sonsuzluk ve Bir Gün: Angelopoulos’la Melankolik Bir Yolculuk

“Yolculuk bizi kendimize geri getirir.”

Albert Camus

Yola çıkmak, yola koyulmak, yola revan olmak, yola düşmek,  neden peki? Aramak için, bulmak için, dinlenmek, eğlenmek, öğrenmek, düşünmek için, yeni bir başlangıç için, özlemek için, kavuşmak için, geri dönmek için…

Tüm zamanların en iyi yönetmenlerinden biri ve tüm zamanların en iyi filmlerinden biri. Bir çok sinema severin bu düşüncelerime katılacağını sanıyorum. Angelopoulos bir röportajında “Benim bütün filmlerim biyografimin ve hayatımın birer parçası ve ifadesidir… Sonsuzluk ve Bir Gün, öteki filmlerimden daha fazla otobiyografik değildir ama, düşüncelerimden çok duygularımı ifade ettiği için daha şahsidir.” demiştir ( Shulz1998). Ülkesinin kadim geleneğinden aldığı ilhamla her filmini bir yolculuk olarak gören Angelopoulos, Yunanistan’ın yakın dönem tarihini ve kendisinin politik duyarlılığını Odysseus’un yolculuğuna ve mitolojiye yaptığı göndermelerle anlatır. Angelopoulos’un filmlerinde işlediği temalar genelde bir süreklilik göstermiştir; sürgün kavramı, sınırlar, yolculuklar, yurt diyebilecekleri bir yer arayan yerinden sürülmüş insanlar ve ebedi dönüşün travması (Fainaru2006). Filmlerinin birbirini izleyen bir bütünün parçaları olma özelliği hep vurgulanır. Kendisi de “Eğer dikkatle bakarsanız filmlerimin aslında hiç son bulmadığını görürsünüz.” der. Sonsuzluğa doğru çoğalarak giden bir akış var gibidir. Bu temalar bize ayrılık, kayıp, acı, yas gibi duygular yaşatırken aynı zamanda güçlü bir umut, sorgulama, insancıllık da hissettirir. Çoğu zaman Angelopoulos melankoli ile anılmıştır. Koyu renklerin, yağmurlu puslu havaların hakim olduğu filmleri ne kadar melankolik görünse de yılgın, vazgeçmiş, karamsar değildir. Belki de, bu ağırbaşlı bakışta aranması ve bulunması gereken “gerçeğimiz” vardır. Ancak dibe vurduğumuzda ayaklarımızı zemine basıp tekrar yükselecek gücü bulabiliriz. Melankolimizi bir yol gösterici olarak görmemiz de mümkündür. Yoksa olumsuz saydığımız duyguları ve bu duyguları yaşatan olayları, sorumlulukları görmezden geldiğimizde hayatımızdaki pek çok önemli durumu ıskaladığımız bir hayatımız olacaktır. Acının insana kattığı bir değer vardır. Yaşadığımız acılar ve kayıplar, ki hayat onlarla doludur, bizi büyütür ve olgunlaştırır. Çoğu zaman hayatımızı başka seçenekleri, olanakları düşünmeden yaşıyoruz, ancak farklı bir yüzleşme imkanı sunabilecek bir depresyon ya da yas varoluşun otantikliğini yakalamak için fırsat olabilir. Aynı şey ölüm karşısındaki varoluşumuz içinde geçerlidir, “Sonsuzluk ve Bir Gün” filmi bütün bunlara dair derin bir psikolojik kavrayışa sahip. Sonsuzluk ve Bir Gün’de Angelopoulos hangi duyguların peşine düşüyor ve bizi de sürüklüyor arkasından: Hüzün ve melankoli, farkına varış ve yüzleşme, pişmanlık ve kabulleniş, kayıp ve yas, sevgi ve koruma.

Film Alexander’ın verandada uyurken çocukluğuna dair gördüğü bir rüya ile başlar. Sabahın erken saatinde arkadaşlarıyla denize kaçar ve bir arkadaşı ile arasında geçen konuşmada “zaman nedir” Sorusuna gelen yanıt; “Zaman bir çocukmuş… deniz kenarında deniz kabuklarıyla oynayan”dır. Ağzında tuz tadıyla uyandığı bu rüya, çocukluğundan bu gününe zamanın göreceliliği ve algılarımızın zamana yön verdiği doğasına gönderme yapar. Bu, filmin akışı ve zaman algısı ile de çok ilgilidir; bir güne çok şey sığacak,  geçmiş ve bugün Angelopoulos’un alametifarikası plansekans çekimlerle adeta bir rüya gibi, bilinç akışı gibi aynı zaman ve mekanda iç içe geçerken, zamanın sınırları zorlanacaktır. Alexander ölümcül bir şekilde hastadır ve ertesi gün zor bir operasyon için hastaneye yatması gerekmektedir. Köpeğine güvenli bir yer bulmak istemektedir. İlk olarak kızını ziyarete gider, ona annesinden kalan mektupları emanet eder, ancak bu sırada kızının dikkatini daha önce açılıp okunmamış zarfsız bir mektup çeker ve onu okumaya başlar. Karısının ifadelerinden kendisini Alexander’ın hayatında bir tehdit gibi algıladığını yalnız hissettiğini anlarız. Aşık bir kadının içten, sevgi ve özlem dolu sözcükleri belli ki daha önce ifade edilememiştir. Bu noktadan itibaren Alexander’ın geçmiş güzel günlere geçişleri başlar. Dairenin koyu gri ışığı, yazlık evin aydınlık havasına bir yol açar. Ulysses’in Bakışı filminden tanıdık bir şekilde, Alexander bu geçmiş olaylara genç bir insan olarak aktarılmamıştır. Halen 50 yaşın üzerinde olan şu andaki haliyle, halen aynı paltoyu giyer durumda kalmıştır. Angelopoulos anıları geçmişten bir flashback olarak belirecek şekilde yeniden yaratmaz. Daha ziyade, aralarındaki gerilimi vurgulamak için geçmişi şimdide hayata geçirir ( Makrygiannakis2009 ). Bu arada yolda arabası ile giderken kırmızı ışıkta durduğunda camları silmek için koşuşturan çocuklar polis tarafından kovalanınca, anlık bir kararla onlardan birini arabasına alır ve polisten kurtarır. Arnavut bir mülteci olan bu çocukla ikinci karşılaşmaları çocuğu onları kaçırıp yaşlı zengin müşterilere satan bir çetenin elinden kurtarması ile olur. Bu noktadan itibaren ona karşı bir sorumluluk hissetmeye başlar.

Çocuğu tekrar güvende olacağını düşündüğü memleketine göndermek ister. Bu amaçla geldikleri sınırdaki çekim, filmin etkileyici sahnelerinden biridir. O ana kadar pek konuşmamış olan çocuk burada başından geçenleri, arkadaşlarıyla nasıl kaçtıklarını anlatmaya başlar ve sınırdaki tellere asılı bir sürü çocuk görürüz. Bu Alexander’ın zihninde canlanan savaştan kaçan çocukların karşı karşıya oldukları tehlikenin sembolüdür. Angelopoulos “Tıpkı Odysseia”da olduğu gibi tüm sığınmacıların yolculukları acılarla, engellerle dolu. Onlar toplumun çöpleri değiller, hepsi insan. Geleceğin Avrupa’sı sığınmacıların Avrupa’sı olacak” demiştir. Gerçekten de bugün gelinen noktada giderek büyüyen mülteci sorunu Avrupa’yla beraber Türkiye’nin de ve aslında bütün insanlığın da en önemli sorunlarından biri halini almıştır. Kanla çizilen sınırlar ölüm saçan rejimlerin, savaşların insanlık dramlarına sahne olmaktadır. Tellerde asılı çocukların sürreal görüntüsü, ölüm botlarından sahillere vuran çocuklara, artık realitenin ta kendisidir. “Leyleğin geciken adımı”, “Ulysses’in bakışı” ve “Sonsuzluk ve Bir Gün” yönetmenin “Sisli manzaralar” filminin sonunda küçük çocuğun, ablasına sorduğu “sınırların anlamı nedir?” sorusunun yanıtlarını aradığı, ülkeler ve coğrafyalar arasındaki sınırları, insan bakışının sınırlılıkları ve hayatla ölüm arasındaki sınırları tartıştığı filmler olmuştur. Bu sınırlar insanın dışındaki ve iç dünyasındaki sınırlardır. Sonsuzluk ve Bir Gün’de Alexander hayatla ölüm arasındaki sınırda dolaşırken bir sınır kenti olan Selanik’te mülteci çocukla dünyanın sınırlara bölünmüşlüğünün aslında insanların kaderinin birbirine bağlı oluşunu görmemizi nasılda engellediğini bize gösteriyor. Aynı zamanda sevdiklerine ve duygularına koyduğu sınırlarla yüzleşiyor.

Ölüm ihtimali Alexander’a hayatında önemli olan konuları ve kişileri daha iyi anlamasını sağlayan bir görüş kazandırırken, gerek geçmişindeki insanlarla gerek Arnavut çocukla daha içten bir iletişime girdiğini görüyoruz. O tek bir günü geçmiş mutlu günleri hatırlamak, karısı, annesi, kızı ile vedalaşmak, mülteci çocuğun hikayesini dinlemek, onunla yarenlik etmek, onu geleceğine yolcu etmek için kullanabiliyor. Karısının ondan istediği o tek bir günü mülteci çocukla geçiriyor. Karısının nasıl bir özlem yaşamış olduğuna dair farkındalığının olmadığını görüyoruz; kızıyla mektubu ilk okuduklarında, şaşkınlıkla “bilmiyordum” diyor. Bu tek bir günde hayatla kurduğu bağla kendi bencilliğini ve sevdiklerini nasıl yalnız bırakmış olduğunu görüyor. Irwin Yalom, ölümle karşılaşmanın insanlarda, hayat önceliklerini yeniden düzenlemek, yapmak istemediklerini yapmamayı seçmek, o anda yaşama hissi, hayatın önemli gerçeklerini canlı bir şekilde kabul etme hissi, daha derin iletişime geçme, risk almaya daha büyük isteklilik gibi değişimler yapabileceğini belirtir (Yalom1999).

Alexander’ın aslında çocuğun gideceği bir kimsesi olmadığını öğrenmesinin ardından aralarında bir arkadaşlık başlar. Ona Yunanistan’ın ünlü şairi DionysiosSolomos ‘dan bahsetmeye başlar. Yunanlı şair Solomos İtalya’da doğmuş ve büyümüştür. Osmanlı-Yunan savaşının sürdüğü yıllarda, bir gece rüyasında kendisini anavatanına çağıran annesini görür. Özgürlük savaşının sürmekte olduğu vatanına dönmek ve halkına destek olmak ister. Bir şair olarak ulusuna yardım edebilmek için şiir yazabileceğini düşünür, ancak şair Yunanlı olmasına rağmen Yunanca bilmemektedir ve kelimelere ihtiyacı vardır. Oda yöre halkından parayla kelime satın almaya başlar ( Hikayenin kelime satın alma kısmını Angelopoulos uydurmuştur. ). Bu süreçte  Solomos tamamlayamadığı şiiri “Hür Esiri” yazmış, Alexander bir dönem bu şiiri tamamlamaya çalışmıştır. Alexander ve çocuk bu kelime alma oyununu oynamaya başlarlar. Solomos, Alexander ve Angelopoulos’un hikayeleri kesişen özellikler taşır. Her üçü de kendi ülkelerinde birer yabancı, sürgün gibidirler. Solomos yıllarca ülkesinden uzakta yaşamıştır ve anadilini dahi bilmemektedir. Angelopoulos’da kendisini vatanında hep bir yabancı gibi hissettiğini söylemektedir. Devrim hayallerindeki kayıplar, sosyalizmin yaşadığı sarsıntılar, ülkesindeki tarihi çalkantılar, diktatörlükler onu ülkesine karşı yabancılaştırmış olabilir mi? Alexander’da filmde annesiyle yaptığı bir konuşmada şöyle demektedir “ Neden anne hiçbir şey beklendiği gibi olmadı? Neden? Neden çürüyüp gider insan sessizce, acıyla, ihtiras arasında parçalanarak? Ben neden hayatı sürgündeymiş gibi geçirdim? Kendi anadilimi konuşma şansım varken neden bu kadar seyrek döndüm ülkeme, kendi dilim varken? Hala kayıp kelimeleri bulabilecek ya da sessizliğin içinden unutulmuş kelimeleri çıkarabilecekken. Neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum evin içinde? Neden? Söyle bana, anne insan neden bilmez nasıl seveceğini? Alexander bu konuşmada pişmanlıklarını dile getirmektedir ve bence çocuğun ona getirdiği üç kelimeyle buradaki duygular arasında bazı bağlar vardır. Alexander ile ilgili olarak Angelopoulos “Yalnız olduğunu fark etmeyi öğrenemediği için hayatını kaybetmiş. Hayatındaki diğer insanların ya da genel olarak başka insanların gerçek değerini fark edememiş. Gerçek ilişkinin anlamını anlamamış; başkalarını gerçekten görüp tanımaya vakit ayırmamış.” (Bachman1997).

İlk kelime “korfulamu”dur ve “bir çiçeğin kalbi” anlamına gelir. Yunanca’da ifade ettiği duyguysa, annesinin kucağında uyuyan çocuğun huzurudur; kelime şefkat, sevgi, huzuru anlatır. Bu kelime Anna’nın yoksunluğunu çektiği ve Alexander’ın da annesine sorduğu gibi sevgisini gösterememesini ifade etmektedir. İkinci kelime “xenitis”tir. Angelopoulos’un bir denizciden öğrendiği, Yunanca’nın unutulmuş bir kelimesidir “xenitis”. Sürgün olma halini, ama daha çok da hep sürgünde olma duygusunu anlatır. Her yerin yabancısı ve her yerde sürgünde olanlar için kullanılır. Bu Alexander’ın hem ülkesine hem de kendi hayatına yabancı olma halini yansıtmaktadır. Son kelime “argathini” dir ve “gece geç vakit” demektir. En karanlık derinliğidir gecenin. Her şey için çok geç kalınmış olmasını anlatmak için kullanılan bir sözcüktür ( Atıl 1998, Çiçekoğlu 2012 ). Alexander’ın geç kalmışlığında ifadesini bulan kayıp, ölüm ve yasla dolu hayatımızın sorumluluğunu ne kadar taşıyabileceğimize dair farkındalığımız ve bunun ağırlığını taşıyabileceğimize dair ne kadar bilinçli olabileceğimizdir. Eğer bunu yapabilirseniz yas tutmak, kayıplarınız için acı çekmek umutlu bir eylemdir. Bundan dolayı depresif bir ruh halindeyseniz durmayın, filmdeki Arnavut çocuk gibi kaybınız için ağıt yakın: “Hey! Selim! Bu gece bizimle olamaman ne acı. Hey! Selim! Çok korkuyorum, Selim. Deniz o kadar büyük ki! Gittiğin yerde bizi ne bekliyor Selim? Hepimizin gideceği o yer neye benziyor?…” Filmin EleniKaraindrou tarafından bestelenen muhteşem müziği de hüznün içindeki umudu işaret eden ruh haline çok uygundur. Önce hüzünlü birtakım müzikler bestelemiş olan Eleni Karaindrou’ya, Angelopoulos özellikle neşeli bir müzik istediğini söylemiştir ve ardından gelen besteler arasından mevcut müziği seçmiştir.

Alexander ölümle yüzleşmekte olduğu o gün şimdiye kadar hiç düşünmediği şeyleri düşünme, fark etme, acı ve pişmanlık duyarak ölmeden önce sevdikleri ile vedalaşma fırsatı buluyor. Mülteci çocuk aracılığıyla hayatla son bir bağ kurarken ona sarıldığı ve “gitmeni istemiyorum, korkuyorum” dediği sahnede duygularını çekincesizce ifade etmenin hafifliği belki de yaralarına iyi geldi. Kusursuz ve mükemmel olmadığımızın bilincine varmak yeryüzünde “insancıl” bir biçimde var olmanın temel koşuludur. Bu anlamda melankoli zaman zaman bütün insanların yaşamasını dilediğim bir ruh durumudur diyor Dörthe Binkert (Binkert1995).

Akşam olduğunda Alexander mülteci çocuğu bir yük gemisiyle İtalya’ya yeni hayatına yolcu edecektir. Ancak ondan önce kısa bir süreleri vardır ve bunu belediye otobüsüyle bir şehir turu yaparak değerlendirirler. Hayalle gerçeğin iç içe geçtiği bu otobüs sahnesi onların beraber son yolculuklarıdır. Tüm sekans semboller açısından oldukça zengindir. Otobüs durağının adı  “Tüm ruhlar durağı”dır (asomotom) bu isim başka bir boyuta geçişi ifade eder. Genç bir protestocu ikinci durakta biner ve kısa süre sonra uykuya dalar. Bu sol’un uyku halindeki durumuna işaret eder(Makrygiannakis2009). Yolculuk boyunca üç sarı yağmurluk giymiş bisikletli otobüsü takip eder. Bunlar Yunan mitolojisindeki kader tanrıçalarını temsil etmektedir. Yunan mitolojisinde yaşam süresi Zeus ve Themis in üç kızı tarafından kontrol edilir. Klotho (Clotho) yaşam ipini eğirir, Lachesis ipi ölçerek yaşam süresini tayin eder ve Athropos yaşam ipini keserek yaşamı sonlandırır. Bu üç tanrıça mireler olarak ifade edilmektedir. Eski Yunan kültürünün ilk zamanlarındaki ilahlardan da üstün bir güç olan “evren yasaları” ve mukadderat olarak ifade edilirler. İlah sayılmazlar, soyut güçler olarak kabul edilirler. İnsanların kendi özgür iradeleriyle yaptıkları hareketlerin bu yasaların gereklerine göre beliren sonuçları olarak ifade edilir. Sonradan Homeros ve Hesiodos’un mitolojik öykülerinde kişileştirilmişlerdir. Mireler kişi doğar doğmaz onun ipliğini bükmeye başlarlar. Lachesis’in adı “önceden belirlenmiş olanı elde etme” anlamındadır. Kişinin geçmişte yapmış olduğu hareketlerle ilişkilendirilir. Bu kişinin ilerde karşılaşacaklarının nedenidir. Kaçınılmaz hale gelmiş olan sonuçlar ise, adı “kaçınılmaz olan” sözcüğünden türetilmiş olan “Athropos” ile temsil edilir. Adı eğirmek sözcüğünden gelen “Klotho” ise kişinin şimdiki zaman diliminde yaptığı hareketleri temsil eder. “ Kader ağların örüyor. ” deyiminin” kaynağı mirelerdir. Alexander yolun sonuna gelmiştir ve kaçınılmaz olanla karşı karşıyadır, çocuksa yeni bir yolculuğa başlayacaktır.

Film boyunca Angelopoulos’un sanat hayatı boyunca asla vazgeçmediği plansekans çekimlerle, geçmiş ve bugün, hayal ve gerçek iç içe anlatılmıştır. Angelopoulos, uzun çekimin içindeki düzenlemelerle çekimin kendisinin diyalektik karşıtlıklar oluşturduğuna inanır. Seyirciye seçme ve düşünme şansı vermek istediği için bu tür bir estetiği çeşitlendirmiştir. Kurguyu çekim içinde yapmayı dert edinen, belirsiz zaman geçişleri kullanan ve daha evrensel bir sinema anlayışına yöneldiğini görürüz. Paralel kurgu iyice devre dışı kalır, aynı anda olanları anlatmak için kesmeye gerek yoktur, plansekans bu işi rahatlıkla görebilir. Montaj kesmeyle değil sahne içinde kesmeyle yapılır. Bunun yanında sahne içinde birçok açıya geçen Hollywood anlayışının tersine, her sahne için tek bir açı olduğuna inanır yönetmen. Gerçekten de yakın çekimlere pek itibar etmeyen bu derinlikli, geniş açılı planlar izleyiciye içerik hakkında tartışma ve düşünme şansı verir. Plansekanslar tempo olarak yavaştırlar ama bu yavaşlığın nedeni Sonsuzluk ve Bir Gün’de “zaman nedir?” sorusuna verilen cevapta gizlidir.  “Büyük babam diyor ki, zaman bir çocukmuş, deniz kenarında deniz kabuklarıyla oynayan.” Çocuğun oyunu, izleyicisi için ne kadar uzun görünse de oynayan için sadece gelip geçici bir andan ibarettir. Kameranın 360 derece hareket ettiği dairesel çekimlerle alan derinliği yaratan ve aynı sahneye çok fazla unsur katan bu estetik, “keyifli anlar” vaat etmekten çok, izleyiciden de kuşkusuz fazlasıyla dikkat ve özveri talep eder. Çünkü izleyicinin aynı planın içindeki değişken kurguyu anlama ve seçme süreci sadece pasif bir alıcı olmamasını, aktif olmasını zorunlu kılar. Plansekans düş kırıklıklarını en iyi yansıtabilen sinemasal araçtır. Plansekansın kesintisizliği tarihin bütüncüllüğü ile ilgilidir: “Unutmayalım, söylediğim ve inandığım gibi, geçmiş asla geçmiş değildir, şimdidir. ” der Angelopoulos ( Tırpan2012).

Bu tarih hem toplumsal hem de kişisel tarihimizdir. Unutmak, yok saymak ve inkar etmek hiçbir yarayı iyileştirmez. Yaralarımızı görme cesareti, hayal kırıklıklarımızı dile dökmek, yeniden ve yeniden küllerimizi deşelemek, kıvılcımlar çıkarmak,  ateşi harlamak zorundayız.

Filmden görüntüler ve unutulmaz müziği için videoyu izleyebilirsiniz.

Gökçe Silsüpür

KAYNAKLAR

Atıl Önder, biletsiz.com/sonsuzluk-ve-bir-gun/

BachmannGideon (1997 )Akıp giden zaman. Sonsuzluk ve Bir Gün. TheoAngelopoulos, Derleyen Dan Farinau, Agora Kitaplığı,1.Basım Şubat 2006

BinkertDörthe ( 1995) Melankoli Kadındır, Ayrıntı Yayınları

Çiçekoğlu Füsun Başka Deniz” Yok Artık –  bianet

bianet.org/bianet/sanat/135789-baska-deniz-yok-artik

www.celebialper.com/…/sonsuzluk-ve-bir-gun-theo-angelopoulos-yunanistan.html

FarinauDan, Sunuş TheoAngelopoulos, Agora Kitaplığı,1. Basım Şubat2006

SchulzGabrielle (1999) Soluk alıp verir gibi çekerim. Sonsuzluk ve Bir Gün. TheoAngelopoulos, Derleyen Dan Farinau,Agora Kitaplığı,1.Basım Şubat 2006

[PDF]TheFilms of TheoAngelopoulos- University of Edinburgh

Tırpan Murat, Plan sekansın şairi, Altyazı Aylık sinema Dergisi Mart 2012

www.turkcebilgi.com/mireler

YalomIrwin, Varoluşçu psikoterapi, Kabalcı Yayınevi,1.basım 1999

Dünyalılar (www.dunyalilar.org)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu