Dünyanın en zor şeylerinden ve yapmakta zorlandığımız davranış biçimlerinden birisi de, ikili ilişkide bulunduğumuz bir insanı olduğu gibi kabul etmektir. İlişkide olduğumuz insanların çeşitli davranış biçimlerini, alışkanlıklarını ve kişisel özelliklerinin bazılarını ya kabul etmez ya da reddederiz. Elbette insanlar kendilerine göre “hatalı, yanlış” olarak gördükleri davranış biçimlerini kabul etmek zorunda değiller. Ama yalnızca kabul etmemekle kalmaz, reddeder ve o kişileri değiştirmeye çalışır, hatta buna zorlarız. O kişiler, bize göre yanlış olan davranış biçimlerini yapmaktan vazgeçmeli ve bizim istediğimiz gibi davranmalıdırlar. İşte sorunlar da o noktadan itibaren başlar.
Boşanma ile sonuçlanan evliliklere ya da ayrılık ile sonuçlanan aşklara baksanız, çoğunda sorun kişilerin kendi iradeleri olmaksızın, ya bir tarafın ya da her iki tarafın birden karşılıklı olarak birbirlerini kendi istedikleri doğrultuda değişime zorlamalarıdır.
Burada gözden kaçırdığımız noktalardan birisi şudur: İlişkide olduğumuz ve davranışlarını, “yanlış, hatalı, eksik” gördüğümüz kişilerin bu davranışları, kendilerine göre belki “yanlış, hatalı, eksik” değildir.
Elimizde bir terazi yok ki, kendi değer yargılarımızın yüzde yüz doğru olduğunu savunup, bunu diğerlerine dayatalım. Ya da aslında herkesin elinde farklı değer yargılarıyla tartan bir terazi var.
***
Bu yalnızca insanlar arasındaki ikili ilişkilerde değil, birey devlet ve iktidar odakları arasındaki ilişkilerde de geçerlidir. Totaliter yönetim biçimlerinin egemen olduğu ülkelerde devlet, bireyi resmi ideoloji çerçevesinde düşünmeye ve davranmaya zorlar, onu bu yönde değiştirmeye çalışır, hatta buna zorlar.
“Biz çocukluğumuzdan itibaren dikkate alınmadık ve başkalarıyla olan ilişkiyi, birbirine eşit kişiler arasında saygı temelinde bir ilişki olarak değil de temelde sadece birbirini manipüle etmek, bir iktidar mücadelesi olarak algılıyoruz.”[1]
Buna ek olarak aslında bu iktidar mücadelesinin bir boyutu da, karşıdaki kişinin itaat etmesini sağlamak ve onu iktidarı elinde tutan öznenin yönelttiği doğrultuda değişime zorlanmasıdır.
İnsanların çoğu baskı altında kaldıklarında değişmiş gibi yaparlar, ama özünde değişmemişlerdir. Çünkü hiç kimse kendi isteği olmaksızın, zorla değiştirilemez.
Kendine inanmayan birisinin, değişimi de özde değil, göstermelik olur.
Örneğin çevremize bakarak doğayı gözlemlersek, onun nasıl değişken olduğunu da görürüz. Bir ağaç, insanlardan daha çok değişime yatkındır. Yapraklarını döker, çiçek açar, tomurcuklar yeşillenir, tekrar taze, yemyeşil ve hayatın kokusunu taşıyan yapraklara sahip olur. Ve bunları hep ayakta iken yapar. Binbir renge bürünür, yaprakları yeşilden sarıya döner, çiçekleri beyaz sarı kırmızı ve birçok renkte açar. Doğumu, ölümü ve tekrar yaşamı görür, varlığında yaşar. Bir yılan durmaksızın deri değiştirir, kendisini yeniler, doğaya uyum sağlar, tazelenir.
Oysa insanların çoğu yıllar geçtikçe olgunlaşıp deneyimlerinin ışığında düşüncelerini yenilemek, tazelemek ve geliştirmek yerine, onları daha da kemikleştirir.
Çoǧu insan olgunlaşmadan ölmektedir. Bu da insanın paradoksudur.
İnsanın diǧer bir paradoksu da, değişime ihtiyacı olduğunu düşünmemesidir. Kendisini tam ve olmuş olarak gören, leb demeden leblebiyi bildiğini düşünen, ve insanları bir bakışta tanıdığını iddia eden bir kişi neden değişsin ki? O kendisince zaten hedeflediği noktaya gelmiş, aradığı şeyi bulmuştur.
İşte böyle düşünen bir kişinin hedefi de, tamamen başka insanları değiştirmeye yönelir. Madem kendisi olumlu bir noktadadır, öyleyse diğer insanlar değişmeli ve onun gibi düşünüp, davranmalıdır. Böyle insanlar ancak tökezleyip yere düştükten, çamura bulandıktan sonra değişmeleri, gelişmeleri gerektiğini anlarlar. Ancak bazen çok geç olur yeniden harekete geçmek için; çünkü ayağa kalkamazlar artık. Kalan yaşamcıklarını orada çamurun içinde yerde, nefes alarak sürdürürler.
“Yaralı Bir Yüreğin Güncesi” adlı kitabımda şöyle yazmıştım yıllar önce:
“Aramaktan vazgeçtiğinde bulduğunu sanırsın. Bulan birisi de niye aramaya devam etsin ki? Oysa ne büyük bir yanılsamadır bu. Bulduğunu sandığın anda arayışına da son verirsin. Oysa arayışının sonu, senin de sonundur. Bulduğunu sanmak kadar, insanı kendisine ve başka insanlara yabancılaştıran bir başka şey daha yoktur. Ancak bir süre sonra tökezlediğinde fark edersin bu durumu. Yerdesindir ve bir daha ayağa kalkamayabilirsin.”[2]
Değişimin, gelişimin ilk basamağı, insanın buna ihtiyacı olduğunu kavramasıdır. Ondan sonra ise bunun için yalnızca çaba sarf etmek gerekecektir.
Erol Anar
Haziran 2017
Paraná
[1] Arno Gruen: “Empatinin Yitimi”, Çitlembik Yayınları, Üçüncü Basım: Temmuz 2012, s.230.
[2] Erol Anar: “Yaralı Bİr Yüreğin Güncesi”, Hera Yayıncılık, Ankara, İkinci Baskı: 2000, s. 74-75.