Radyodaki son programıma başlıyorum dostlar. İsteklerinizi çalmayacağım bu sefer. Önceden kaydedilmiş şarkıları da yayınlamayacağım. Kendi şarkılarımı çalıp söyleyeceğim siz canlara. Çalıştığım barda kendi şarkılarımı söylememe izin verilmiyor. Müşteriler ne isterse onu söylemek zorundayım. Bazen “Dilek Taşı”, bazen “Senede Bir Gün”, bazen “Unutursun Mihriban”… Radyoda da izin verilmiyor kendi emeklerimi yorumlamama. Canınızın istediğini yayına almak zorundayım. Sokak müzisyenliği de yaptım senelerce. Çok keyifliydi benim için sokaklarda çalıp söylemek; ama hor görüldüğüm, kovulduğum, dışlandığım da çok oldu. Ben artık dayanamıyorum dostlar; bu programı bitireceğim ve başımı alıp gideceğim. Nereye gideceğimi bilmiyorum açıkçası; gitarım beni nereye götürürse…
Patron, şu anda beni dinliyorsan kızıyorsun eminim. Kovmana, sözleşmemi feshetmene gerek yok can. Binlerce saat program yaptım; bir saat de içimden geldiği gibi konuşayım, çalayım ve söyleyeyim…
Yaptığım ilk şarkıyı mırıldanayım sizlere…
“Gözlerimin dostusun
Ruhumun kardeşisin
Ömrümün güzelliğisin yar…”
Hiçbir şarkımı bütün olarak söylemeyeceğim. Küçücük mısralarla yorumlayacağım yalnızca. Çocuklara da şarkılar yaptım. “Erik Ağacı”`nı söyledik varoşlarda hep beraber…
“Erik ağacı, erik ağacı
Eğme dallarını
Daha şarkılar söyleyeceğiz
Sil gözyaşlarını…”
Gerçek müzisyenler sizin kutsadıklarınız değil dostlar. Kiminizin kibirle, küçümseyerek, dalga geçerek baktığı barlardadır gerçek müzisyenler. Kirasını denkleştiremeyen, elektriğini, suyunu ödeyemeyen, yaşadıkları kutu gibi evlerde ya da köpek bağlasan durmaz otel odalarında kendi notalarını kendi yazan, kendi gitarını, kendi kemanını, kendi çellosunu kendi çalan, kendi sözünü kendi söyleyendir müzik emekçileri…
“Sevdiğim zaman düşler bitmedi
Bundandı kanmam, kimse bilmedi
Dört yanım ateş, ben bir damla su
Olmazmış meğer aşkın doğrusu…”
Nice şehrini gördüm bizim ellerin. Tunceli`de de yaşadım ve doğan bir bebeğe ismini ben koydum. “Ezgi” dedim bebeciğe ve doğduğu gün ninnisini yazıp fısıldadım ruhuna doğru…
“Aldım seni kucağıma
Derman geldi kollarıma
Nefes verdin nefesime
Uyu yavrum uyu
Büyü yavrum büyü
Tez vakitte yürü…”
“Bir erkek ninni yapar mı, ninni söyler mi” diye şaşırdınız belki. Babası değilim hiçbir çocuğun ama içimde öyle koskocaman bir babalık duygusu ve hatta annelik duygusu var ki, can`la tanımlanır bu, can kıymetiyle itibarlanır. Ben aşık olduklarıma “can” dedim hep; dostlara, kardeşlere, ninniler yaptığım bebeklere ve doğaya “ can” diye seslendim…
“Desem ki sana
Deniz olalım desem
Koşar gelir misin a canım
Gurbetlerden…”
Cumartesi Anneleri`ne şarkılar mırıldandım Galatasaray Lisesi`nin önünde haftalarca. Benim annem bir değil, bin bir ve ben bin bir güzellikteki annenin yitik bir evladıyım…
“Ah solgunluğum, ah sürgünlüğüm
Dağ başlarında, kuyu diplerinde
Bilinmeyen bil dilde ölgünlüğüm…”
Kürtçe şarkılar da çok çalıp söyledim; semahlar, deyişler ve Karadeniz ezgileri. Çok alkışlandım, çok takdir edildim ve çok kınandım. Hiç kimse duyumsamadı benim de bir iç sesimin olduğunu, benim de ruhumda kendi müziğimin havalandığını…
“Gözlerini ver bize papatya
Senin gibi bakalım dünyaya
Erken erken sararıp solarsak
Anla ki düşmüşüzdür sevdaya…”
Bir gün bir dostumla sohbet ederken bana dedi ki, “senden çok bahsediyorum arkadaşlarıma; Oğuz Atay`ın “Tutunamayanlar” romanı var ya, o kitaptan bir karakter gibi diyorum senin için…”
“Karga karga gak dedi
Git şu dala bak dedi
Gittim baktım şu dala
Ölü serçeler dört yanımız
İşte o gün bugündür
Kaldık düşlerimizle aç susuz
Tutunacak bir dalımız yok
Ben ve karga, yersiz yurtsuz…”
Üzgünüm, tutunamadım dostlar. Şarkılar yapmak istedim ve nice şarkılar yaptım. Pazarlamak değil, duyurmak istedim şarkılarımı. Evsiz barksızlar, mülteciler ve sokak kedileri yanıma sokulup şarkı söylememi isterler ve hiçbir zaman geri çevirmem isteklerini…
“Çocuktur, çocuklaşır
Buluttur, yağmurlaşır
Kırılır, yalnızlaşır
Oy bu garip yüreğim oy…”
Çalıştığım barlarda halay çekenler, horon oynayanlar, efkarlanıp ağlayanlar, birbirlerine sımsıkı sarılan sevgililer; ben hepinizi çok sevdim biliyor musunuz? Keşke ırkla, cinsiyetle, statüyle, resmi ideolojiyle, siyasetle, yani diyeceğim o ki, bize dayatılanla değil de can`la eş olsak hepimiz ve aşk`la var olsak…
“Gökçe bakışlı bir kız çocuğu
İçten gülüştür bütün bolluğu
Karadan göçmüş, kıyıyı görmüş
Ardında kalmış o yoksulluğu
Yüreciğine sevdalar örmüş
Dildedir şimdi martı olduğu…”
Patron aramış ve “son bir dakikası, yeter bu kadar saçmaladığı” demiş. İlk kez kendi şarkılarımı söyledim size dostlar ve ilk kez niceniz dinledi şarkılarımı. Farkındayım, bölük pörçük söyledim. Bir yarım ezgidir benim ömrüm…Yaşım kırk ve yirmi yaşından beri bir senfoni üzerinde çalışıyorum. Bizim ellerde, özgürce seven, birbirini can belleyen, can kıymetinin üzerine titreyen sevgililer için bir senfoni besteliyorum ve sanırım hayat izin vermeyecek bu senfoniyi tamamlamama. Gecenin üçünde, sabahın beşinde el ele tutuşup aylak aylak gezen sevgililer var benim düşlerimde. “Aylak Sevgililer Senfonisi” olacaktı eserimin adı. Hoşça kalın canlar; başımı alıp gidiyorum ve gitarım, büyüttüğüm ağaçların köklerinin ait olduğu yere götürecek beni sanırım…
Sevgiler hepinize…
Ergür Altan (erguraltan@gmail.com)
www.dunyalilar.org