Bana Bir Masal Anlat Çocuk!
Umurunda değil kimsenin hayranlıkla seyrettiğin görkemli çınar ağacı, sararan yaprakların yağmur gibi saçlarına düşüşü. Sen bir çocuk hayranlığıyla bakarken etrafına, küçük mutluluklar peşinde iz sürerken, kendi ölü ruhunda zamanı da öldüren, cansız manken gibi görkemli durup, hissiz, ruhsuz başı önünde uyuşmuş zihinlerle yaşadığını fark ettiğinde başlıyor yalnızlığın.
Konuşuyorsun duymuyor, dokunuyorsun his yok, bakıyorsun görmüyor. Nedir insanı insandan bunca alıkoyan, sohbeti unutturan, gözlerine baka baka dinleme sabrını içinden alan? Biz aslında böyleydik de bir yolunu mu arıyorduk uzaklaşmanın. Elimize fırsat geçince mi terk ettik ruhlarımızı?
Romantizmi Avm’lerin ışıltılı vitrinlerinde, güneşsiz koridorlarında, ayaküstü yemeklerinde, almanın bitmeyen hazzında arayanlar; kırları, ağaçları, denizi, doğayı, çiçekleri unuttuğundan mı doyumsuzluk denizinde çırpındıkça batıyorlar? Birbirinin saçına papatya takan, kırlarda ele ele yürüyen, deniz kokusuyla dalgaların o coşkulu sesinde; birbirine sarılarak yaralarını saran, saatlerce birbirinin gözlerine bakıp derinliklerinde kaybolan âşıklar değil miydik biz?
Bu yüzdendir ki manipüle edilen topluluğa katmadan, cam fanusun içinde süs bitkisi gibi büyütmeden, duvarların içine hapsetmeden, çocukluğunu ve kendi hayatımı anlamlandıracak şekilde besliyorum çocuğumu.
Bu yüzdendir ki sokakları, bulduğum her ağacı, deniz kenarlarını, sokak hayvanlarını bir eğlence mekânı gibi sunuyorum çocuğuma. Yaşlı teyzelerle sohbet ediyor, onların hüzünlü bazen eğlenceli hikâyelerine tanık oluyoruz birinci ağızdan.
Kedileri beslemekten ve sevmekten duyduğumuz mutluluk paha biçilemez. Kesinlikle yeryüzünün en güzel hayvanları ve şehirlerde bile yalnız bırakmıyorlar çocukları. Kurumuş yaprakları topluyoruz çöpçüler süpürmeden, yağmurda ıslanmanın tadına varıyoruz, en fazla hapşırıyoruz, burnumuz akıyor ama olsun. Doğanın olanaklarından mahrum kaldıkça bulabildiğimiz güzellikler mucize etkisi yaratıyor içimizde.
Farklılıkları kabul ederek, dışlanmasın kimseler ve dışlamasın kimseleri çocuğum diye gittiğimiz parkta karşılaştığımız çocuklarla oyunlar sayesinde tanış olmanın güzelliğine varıyoruz. Nasıl da kimliksiz ve önyargısızlar bu yaşlarda. Rengin, dilin, dinin, ırkın ayrımcılığını bilmeden gülümsemenin, paylaşmanın, oyunun, heyecanın büyüsünü yaşıyorlar doyasıya. Sadece parklar çocukların eşitlendiği yerler. Orada da büyüklerin ayrımcı ruhu, koruyan kollayan anne havaları; montsuz, yırtık ayakkabılı, kirli yüzlü çocukları, bakışlarıyla ezerek, “Ayy yazık nerede bunların anne babası” sözleriyle beliriveriyor. Anne ve babaların kötü örnekleriyle bozulan çocuklardan gel de güzel davranmalarını bekle şimdi. Oysa gülümsemeyle açılan kapıların ardında binlerce duygu gizli. Ayırt ettiğinde anlıyorsun yalnız olmadığını.
Onun hayal gücünün sınırsızlığı karşısında kendime ne kadar sınırlar koymuş olduğumu fark ettiğimde başlıyor çocuklaşmak. Sıkıcı yetişkin dünyasından bir süreliğine kurtulmak terapi gibi. Olaylara, hayata, kavramlara bakışı, hayal gücünün büyüsü, çoğu zaman beni kahkahalara boğan sözleri karşısında anne olmaktan ziyade onunla çocukluğu yeniden yaşayan bir arkadaş gibiyim.
Karganın, ağaca tırmanan kediyi rahatsız edişini seyrediyoruz. Anne, kedi uçan balona binsin yakalasın kargayı diyor. İmkânsız diye bir şey yok onun için.
Merakla, heyecanla, her kelimesini doya doya okuduğum ilham veren bir kitap gibi. Müdür diyor bize de para versin. Biz de çalışıyoruz faaliyet yapıyoruz her gün. Haklısın diyorum düşünelim bunu. Yetişkinler düşünmeyi, sorgulamayı bir kenara bırakmış yaşarken onun düşünerek bulduğu çözümler, çıkarımlar şaşırtıyor beni. Sıkıcıyız, renksiziz, dümdüz zihnimiz.
Caminin şarkısını dinlediğini söylerken bilmediği durumları kendi zihin şemasıyla anlamlandırması karşısında hayranlık duymamak mümkün değil. İki ay önce sevdiği bir kedi için yıllaaar yıllar önceydi anne deyişi, gördüğü bir kapıyı Kırk Haramiler’in “Açıl susam açıl” diye açtığı kapıya benzetmesi, eski evlerde cadıların yaşadığına inanması, kiliseleri prensesin yaşadığı şato sanarak içinde prenses araması, Rapunzel gibi saçlarını uzatmak istemesi gibi masalların etkisindeki masalsı evrenine verdiğim karşılık; ağız dolusu gülmeler, sımsıkı sarılmalar oluyor.
Uzun sokak merdivenlerinden inerek sahile ulaşmak, oradaki ördekleri beslemek, mayomuzu getirip yüzelim anne dediğinde her seferinde Haliç’in kenarına yığılan çöpleri göstererek üzüntümü anlatmak, birlikte çimlere uzanmak, koşmak, balıkçılarla sohbet etmek, tutulan balıkların yoğurt kovasındaki suyun içinde debelenişlerini seyretmek, süslediği bisikletiyle sahilde arabesk müzik eşliğinde dolaşarak çekirdek satan amcadan çekirdek almak gibi basit ama bize zenginlik katan aktiviteler; adına stres denilen, yorgunluk denilen, bıkmışlık denilen her ne varsa üstümüzden alıyor.
Etienne Gilson; “Çocuğa küçük şeylerden zevk almasını öğreten, ona büyük bir servet bırakmış olur.“ der.
Mal bırakmak için uğraşırken asıl serveti kaçıranlardan olmayın derim. Çabucak geçen hayatta, çocuğunuzla geçirdiğiniz zamanı biriktirin ve onlara küçük zevklerin büyük doyumunu öğretin.
FATMA KOŞUBAŞI
fatmakosubasi@gmail.com
Dünyalılar