Eğer ağaçları ve ormanları “hiçlik” olarak algılamayı sürdürürsek, bir süre sonra “gerçek hiçlik”le yüz yüze geleceğimiz kesin… Ağaçlar, muhteşem canlılar. Yeryüzündeki yaşam onlar sayesinde var oluyor.
Bize gelince, biz insanlar Carl Sagan’ın o güzel deyişiyle “ağaçların asalakları” olmaktan öteye gidemiyoruz.
Yirmi birinci yüzyıla girerken “modern” insan, ağaçlara ve yeşil bitkilere ya “kesilip yakılacak odun” ya da “süs” gözüyle bakıyor çoğunlukla…
Oysa 2 buçuk milyon yıl önce, vahşi doğaya hiç saygı duymayan günümüz insanının ataları, ağaçlar üzerinde yaşıyordu ve yaşamları ağaçlara bağlıydı. Ağaçlardan toprağa inip ayakları üzerinde dik durmayı öğrendiklerinde de yazgıları ağaçlara bağlıydı ve o günkü atalarımız bunu çok iyi biliyorlardı.
Ağaçların sunduğu yemişlerle beslendik yüzyıllarca, türümüzün devamını sağladık. Büyük bir olasılıkla ilk silahımız da bir ağaç dalıydı. Binlerce yıl önceki saymasını bilmediğimiz bitmek bilmeyen soğuk gecelerde, çevremizdeki vahşi yaşamın sesleri ve lacivert gökyüzündeki yıldızlar, içimize tarife gelmez korkular saldığında, sığındığımız kaya oyuğunda birbirimize sokulurduk ve güven duymak için parmaklarımız, “silahımızı” sıkıca kavrardı…
Ateş denilen fiziksel oluşumu “evcilleştirmeyi” başardığımızda ağaçlar, tenimizi, kanımızı ısıttı. Bir gece, ateşin sıcaklık ve güvenliğine rağmen, bir türlü ürküsünü yenemeyen bir atamız, kömürleşmiş bir dal parçasıyla mağarasının duvarlarına alevlerin hayaletleri arasından çekip çıkardığı mamutları, leoparları, geyikleri çizdi. İlk sanatsal edimi olan siyah çizgilerin kıvrımlarında ölümsüzlüğü aradı.
O unutulmuş çok eski çağlardan beri ağaçlar, uyku denilen hoş uçurumdan aşağı yuvarlandığımız en güvenli mekânlar oldu. Daha sonraları başımızı sokabileceğimiz, tehlikelerden uzak kalabileceğimiz mekânları da ağaçlardan yaptık. Hatta günümüzde olduğu gibi, öbür dünyaya yolculuğa çıktığımız sandukaları da…
Toprağı işlemek için kullandığımız karasabanı da ağaçlardan yaptık. Yemek ve içmek için pek çok kap kacağı da…
İlk tekerlek düzgün bir ağaç kütüğüydü. İlk deniz taşıtımız da…
Zafer sarhoşluğuyla köyümüze döndüğümüz savaş arabalarını da ağaçlardan yaptık, ok ve mızrakları da…
Kalp atışlarımızın, hüzün ve sevincimizin, sarhoşluk ve çoşkumuzun dile geldiği ilk müzik aletleri de ağaçtan yapılmıştı.
İlk tanrılarımız da ağaçlardı…
Yüz binlerce yıl yazgımız ağaçlara bağlı kaldı. Ağaçlardan hiç kopmadık aslında. O çok eski günlerdeki gibi günümüzde de ağaçlar varoluş nedenimiz…
Bugün 21’inci yüzyılın eşiğinde “mükemmel evrimleşmiş canlılar” olarak kendimizi başka gezegenlerdeki yeni yaşam ortamlarına uyarlamaya çalışıyoruz. Bu güzel bir şey ama yazgımız her zaman ağaçlara bağlı kalacak. Çünkü binlerce yıl içinde uygarlık denen insan kültürünü ağaçlar sayesinde yarattık.
Bugün tüm ülkelerin ekonomileri, ağaçlardan elde edilen ürünlerle ayakta duruyor. Ormanlar konusundaki bütün kıyamet de bundan kopuyor. 21’inci yüzyılın başında tüketim çılgınlığımız nedeniyle ormanların doğal ve ekonomik ömürlerinin tamamen tükenmesine çok az bir süre kalmış durumda. Yüzyıllardır sağlıksız ve hoyratça kullandığımız ormanlar, bir süre sonra ürün vermeyecekler. Ormanların tükenişinin ardından yaşamın çeşitlilik ve zenginliği de kumun emdiği su gibi, sessizce ve hızla yok olacak.
Şöyle çevrenize bir bakın. Oturduğunuz masaya, sıcak yuvanıza, sokağınıza, işyerinize şöyle alıcı gözüyle bir bakın. Ağacın olmadığı, ağacın katılmadığı ne var?.. Ağaçla ilişkili, ağaçtan üretilmemiş kaç nesne var dünyanızda?..
Dikkatli bir gözlem yaparsanız, çevrenizde ağaçtan üretilen şeylerin şaşkınlık verici düzeyde çok olduğunu fark edersiniz.
Okuduğunuz dergi, eğer ağaç olmasaydı, var olmayacaktı. Yemek yediğiniz, çalıştığınız masa, oturduğunuz iskemle, çay bardağınızı koyduğunuz sehpa, piponuz, piponuzu yaktığınız kibrit, sigaranızın kutusu ve kâğıdı, terinizi sildiğiniz kâğıt mendil, çocuğunuzun altına bağlayıp bir kullanımdan sonra çöpe attığınız kâğıt bez, duvarınızdaki tablonun çerçevesi, içtiğiniz şarabın mantarı, ağaçlar sayesinde var…
Mobilya ve konut sektöründe, demiryolu yapımında, elektrik ve iletişim hatlarının kurulmasında hep ağaçları kullanıyoruz. İçeceklerin stoklanıp saklandığı fıçılar, yük taşımacılığında kullanılan kasalar, karton kutular, küçüklü büyüklü deniz taşıtları, kurşunkalemler, gazete ve dergiler, tuvalet kâğıtları, hediyelik eşyalar ve çeşit çeşit meyveler ağaçların ürünü…
Bilim adamları, odun hammaddesinin yaşamımızda altı binden fazla temel kullanım yeri olduğunu söylüyorlar. “Odun” dediğimiz ağaç ürününden endüstride kimyasal yolla elde edilen maddeleri şöyle bir sıralamak bile insanın başını döndürüyor:
Onlarca türü ve çok geniş kullanım alanı olan kâğıtlar, sepetler, kutular, oyuncaklar, kartonlar, şapkalar, kâğıt kumaşlar, ayakkabı astarları, mukavvalar, endüstriyel kâğıtlar, çantalar, cerrah elbiseleri, yapay ipek ve kumaşlar, selofan, selüloid, sosis zarı, patlayıcı maddeler, fotoğraf filmleri, çeşitli plastikler, tuvalet eşyaları, dolmakalemler, düğmeler, tokalar, abajurlar, yapay saç ve peruklar, plaklar, puro ağızlıkları, süngerler, yapay deriler, katı alkol, boyalar, vernikler, tutkallar, ilaçlar, gübreler, terebentin, neftyağı, kolofan, çeşitli yağlar, etil alkol, hayvan yemleri, stabilize yol materyalleri, kömür ve daha niceleri..
Okurken derin derin soluklanıyorsunuz. Ciğerlerinize dolan havadaki oksijen, kanınıza karışıyor ve biyolojik varlığınızın devamını sağlıyor. Bir düşünün: Yeryüzünü kuşatan havaküredeki oksijen nereden geliyor?.. Can alıcı bir nokta bu ve tek bir yanıtı var: Ağaçlardan…
Yalnız biz insanların mı; tüm hayvanların tükettiği oksijen de ağaçlardan…
Türkiye ormancılığı konusunda değerli çalışmaları olan Prof. Dr. Necmettin Çepel, TEMA yayınları arasında çıkan küçük bir broşüründe şu noktalara dikkat çekiyor:
-Karada yaşayan bitkiler tarafından her yıl atmosfere 140.9 milyar ton oksijen kazandırılır. Bunun yaklaşık yüzde 66’sı (93 milyar ton) ağaçlardan sağlanır.
-İyi gelişmiş, yüz yaşında ve 25 metre boyunda bir kayın ağacının yapraklarının yüzeyi, yaklaşık 1600 metrekaredir. Bu ağaç, güneşli bir günde bir saat içinde 1.7 kilogram oksijen üretir. Aynı ağacın bir yıllık fotosentez faaliyeti, kışın ve geceleri fotosentez yapmadığını hesaba katarsak, on kişinin bir yıllık oksijen ihtiyacını karşılar.
– Aynı ağaç, yüz yıllık ömrü boyunca 40 milyon metreküp havayı yapraklarına alarak havanın içindeki 12 milyon metreküp karbondioksiti fotosentez için kullanır.
-Bir ormanda bir metrekarelik yaprak yüzeyinde yılda 20 bin 180 kilokalori enerji üretilir.
-Bir metreküp orman toprağı, toplam 100 kilometre uzunluğundaki ağaç kökleriyle sarılıdır ve erozyondan korunur.
-Bir ladin ormanı çıplak toprağa kıyasla yüzeysel akışı 1517 kat, erozyonu da 350 kat azaltır. Toprak için gerekli suyu da yüzde 100 çoğaltır.
-Endüstri kentlerinde yaşayan insanlar, bir metreküp havada 500 bin tane is ve toz parçacığını solurlar. Bu rakam açık alanlarda beş bine düşer. Bir metreküp orman havasında ise yalnızca ve yalnızca 500 adet toz parçacığı vardır. Orman havası, kentlerin havasından yüzde 50 daha temizdir.Bir hektarlık bir orman, rüzgâr hızını yüzde 50 azaltarak zararlarını önler.
-İnsanların rahatsız olmaya başladığı gürültü şiddeti 80 desibeldir. Bir gürültü, kaynağından başlayan 250 metre genişliğindeki bir orman, gürültüyü yarı yarıya azaltır. Ormanın öbür kıyısındaki gürültü şiddeti 40 desibeldir.
-İyi gelişmiş orman toprağının bir hektarında ve 15 cm derinliğindeki üst tabakasında 10 ton bakteri, 10 ton mantar, 4 ton solucan, 140 kilogram alg, 17 kilogram böcek yaşar. Orman, milyonlarca canlının yaşam alanı, barınağı ve kaynağıdır. Bu nedenle ormanlar, genetik rezerv olarak büyük öneme sahiptirler.
-Tüm dünyada, kullandığımız bütün ilaç hammedelerinin yüzde 25’i tropik ormanlardan sağlanır. Bugün kullandığımız kanser ilaçlarının hammaddesinin yüzde 70’i tropik ormanlardaki 1700 tür bitkiden elde edilir. Kan kanseri hastalarının hayatta kalma oranını beşte birden beşte dörde çıkaran ilacın yapıldığı bitki türü Madagaskar Adası’nda bulunuyordu. Bu bitkinin tıptaki önemi anlaşıldığında adadaki yayılış alanlarının yüzde 90’ı tahrip edilmişti.
-Almanya’da yapılan bir araştırmaya göre dinlenme ve ruh sağlığı açısından ormanları gezenlerin sayısı, müzeleri gezenlerin sayısından 40 kat daha fazla…
Ormanın varlığı, hızla artan insan nüfusunun gereksinimi olan suyun da varlığı demek. Çünkü orman, adeta suyu “yaratır”. Çıplak toprakta akıp giden su, yaprak, kök, dal, alg, karayosunu, otlar, kayalar ve daha binlerce faktörün yer aldığı ormanda depo edilir. Seller, taşkınlar, orman ve ağaçlar sayesinde önlenir.
Ormanlar, bir bölgenin iklimi üzerinde de düzenleyici etkiye sahiptirler. Ormanların çatısı ve toprak örtüsü, radyasyonu önlediği için, orman alanları açık alanlara oranla daha az ısınır. Ama aynı biçimde orman toprağı, ısının atmosfere geçmesini de önler. Bu nedenle ormanların havası, açık alanlara oranla yazın daha serin, kışın da daha sıcak olur…
Bugün ekologlar, ekolojik döngü içinde canlıları üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılar diye üç grupta topluyorlar.
Tüketiciler grubunun içine bitkisel ve hayvansal organizmaları besin olarak kullanan insan dahil tüm hayvanlar giriyor.
Başta mantarlar ve bakteriler olmak üzere geniş bir canlı topluluğunu içeren ayrıştırıcılar grubu, ölmüş tüm organizmaları ufalayıp ayrıştırarak, bir başka deyişle organik madde halinden inorganik madde haline getirerek besin zincirine ve ekolojik döngüye katıyor.
Üreticiler grubu ise yeryüzündeki besinleri üretiyor ve klorofilli, yani yeşil bitkilerden oluşuyor. Bitkiler, topraktan aldıkları suyu ve inorganik maddeleri, havadan aldıkları karbondioksidi güneş ışığı sayesinde kimyasal enerjiye dönüştürüyorlar. Bir başka deyişle meyveye, sebzeye, yemişe dönüştürüyorlar. Hem kendileri, hem bizim için…
Bugün tüketim toplumunun yarattığı yaşam biçiminin sonucu olarak çoğunlukla “işlenmiş” gıdalarla karnımızı doyuruyoruz. Makarnalar, tür tür, baharatlı baharatsız patates ve mısır cipsleri, diyet yiyecekleri, gofretler, bisküviler, ketçaplar, konserveler, dondurulmuş gıdalar, meyve suları, fabrikadan değil, topraktan ve yeşil bitkilerden geliyor.
Yalnız bu kadar mı ağacın bize faydası?.. Tabii ki değil. Ağaçlarla aramızda “fayda”dan da öte çok güçlü bir bağ var. Henüz çözülememiş bir giz bu… Ağaç, insanı mıknatıs gibi kendine çekiyor, binlerce yıl önceki atalarımızı çektiği gibi…
Bilim adamları, ağaçlarla insanın temel moleküler yapısının aynı olduğunu söylüyorlar. Belki de bu yapı bizi birbirimize çekiyor. Kim bilir, belki de bağ, çok daha güçlü. Çünkü bir şair şöyle der:
“Kim ki bir çiçek koparmıştır, en uzak yıldızı rahatsız etmiştir.”
Sorunun yanıtını bilim adamlarına bırakalım ve bu çekim gücünün insandaki yansımasına bakalım.
Ağaçsız bir insan ruhu olabilir mi?.. “Yeşil” damarı olmayan bir ruh olası mı?.. Yaratıcı ve üretici insan olarak uygarlık tarihine adını yazdırmış kişilere bakışlarımızı çevirdiğimiz zaman, mümkün olmadığını görüyoruz.
Eski toplumlarda ağaç, ölümsüzlüğün, yeniden doğuşun simgesiydi. Ağacın belli dönemlerde yapraklarını döküp kuruması, ardından yeşerip meyve vermesi, ona bir kutsallık verilmesine neden oluyordu. Afrika, Avustralya halkları, ağaçların içinde kutsal bir gücün varlığına inanırlardı. Anadolu’da da çok eski çağlardan beri ağaçların kutsallığına inanılır. Bu nedenle hâlâ günümüzde mezarların başuçlarına servi dikiyor, bu yüzden ağaçlara bezler, boncuklar bağlayıp özlemlerimize çare arıyoruz.
Birçok yaradılış efsanesinde evren ağaçlar üzerine kuruludur. Yunan mitolojisinde meşe Zeus’un, zeytin Athena’nın ağacıdır. Meşe gücü, zeytin barış ve mutluluğu simgeler.
Türk mitolojisinde de ağacın apayrı bir yeri vardır. Tanrı Kara Han, yeryüzünde dokuz dallı bir ağaç yetiştirir ve her dalından bir insan yaratır. Bunlar, dünyadaki insan soyunun ataları olur.
Dinler tarihinde de ağaç, hem kavramsal, hem nesnel olarak büyük öneme sahiptir. Cennet, ağaçların ve çiçeklerin iç içe geçtiği yemyeşil bir coğrafya olarak tasvir edilir.
Peygamberlerin yaşamında ağaçlar, “dokunulmaz” canlılardır. Muhammed, Mekke’de Harem’de ağaç kesimini yasaklar. Kesmeye kalkanları “Allah’ın laneti üstüne olsun” diye uyarır. Budha, “Bodhi Ağacı” denen ağacın altında aydınlanmaya ulaşır.
Amerikan Kızılderilileri, ağaçların ruhu olduğuna inanır ve onlarla konuşurlardı…
Ağaçlar, sanatçılar için tarihin her döneminde yeryüzündeki en kışkırtıcı şeylerden oldu. Sait Faik’in o güzel öyküsündeki gibi ağaçlar, sanatçılara hep “Hişşt.. Hişşt” diye seslendiler. Şairler, ressamlar, mimarlar, heykeltıraşlar, yazarlar, hep ağacın çekim alanına girdiler. İngiliz doğa ressamı Constable’dan geleneksel Uzakdoğu ressamlarına, Ortadoğu minyatür ustalarından Van Gogh’a, Albrecht Dürer’den Modrian’a, bütün sanatçıların yapıtlarında var olan binbir ağaç ve çiçek, bu çekim gücünün bir ürünü…
Düzyazının büyük ustaları içinde aynı şey söz konusu. Balzac, Conrad, Yaşar Kemal, Vasconcelos, ağacı “dert” edinen yazarlardan yalnızca birkaçı… Alman edebiyatının evrensel yazarlarından Hermann Hesse, “Ağaçlar” adlı denemesinde şöyle der:
“Ağaçlar kutsal varlıklardır. Onlarla konuşması, onları işitmesini bilen, gerçeği de yakalar. Onlar öğretiler ya da hazır reçeteler öğütlemezler, onlar bireyi dikkate almadan yaşamın en eski yasasını vaaz ederler (….) Biz çocuksu düşüncelerimizden korktuğumuzda hışırdar ağaç orada akşamları. Nasıl bizden uzun yaşıyorlarsa öyle uzun düşünceleri vardır ağaçların; uzun soluklu ve sakin… Ağaçların dediğini gerçekten duyabilen kişi, artık ağaç gibi olmak istemez. O kişi, artık olduğundan başka bir şey de olmak istemez. İşte bu özüne, vatanına dönüştür. İşte bu mutluluktur.”
Türk edebiyatında ağaca sevdalanan en önemli isimlerden ikisi Ahmet Haşim ve Ahmet Muhip Dıranas’tır. Bulduğu her fırsatta ağacı, ormanı, ormancılık sorunlarını ve doğayı yazmıştır Dıranas.
Şairler için de gerçek bir ateşleyicidir ağaç ve orman. Türk şiirinde özelikle Nazım Hikmet, birçok yapıtında ağacı ve ormanı ele alır. Ağaç ve orman, Nazım Hikmet için ideal toplumun ve bireyin simgesidir. Bazen de büyük yalnızlığında konuşabileceği tek dosttur. Kavak, Karlı Kayın Ormanında, Ceviz ağacı, Yaşamaya Dair, Masalların Masalı gibi pek çok şiirinde bunu görmek mümkün. Nazım Hikmet Türk şiirinde ağaç ve orman üzerine en çok ürün veren sanatçı. Yalnız Nazım Hikmet değil tabii. “Deli eder insanı bu dünya/ bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç” diyen Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Ahmet Hamdi Tanpınar, Aşık Veysel, çok daha önceleri Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan, Kaygusuz Abdal gibi nice ozanımızın yapıtlarında ağaca “farklı bakışı” ve sevgiyi görürüz.
Artık bu evrensel sanatçıların “farklı bakış açısı”nın toplumsal anlayışa, felsefeye, hukuka da yansıması gerekiyor. Çünkü onlar da bizim gibi birer “canlı”. Aynı biz insanlar gibi yaşamsal hakları olması gerekiyor. Bugün aynı İnsan Hakları Evrensel beyannamesi gibi Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden söz ediyoruz. Benzeri bir yaklaşımı bitkiler için de düşünmek niçin yanlış olsun.
Bir öyküye göre Amazon Ormanları’nı ilk kez gören bir beyaz adam, yorgunluk ve sıkıntıyla “İşte hiçlik” diye söylenmiş. Ona rehberlik eden ormandaki yerlilerden biri ise “İşte her şey” diye karşılık vermiş…
Günümüze uygun bir kıssa. Eğer ağaçları ve ormanları “hiçlik” olarak algılamayı sürdürürsek, bir süre sonra “gerçek hiçlik”le yüz yüze geleceğimiz kesin… Ağaçlar, muhteşem canlılar. Yeryüzündeki yaşam onlar sayesinde var oluyor.
Bize gelince, biz insanlar Carl Sagan’ın o güzel deyişiyle “ağaçların asalakları” olmaktan öteye gidemiyoruz.