Görmüyorsunuz şehir ağzına kadar dolu ve kusuyor artık. İstanbul can çekişiyor ve insanlar özgürlüğü elinden alınan mahkûmlar gibi başları önlerinde ruhunda prangalarla yaşıyor.
Hızla değişiyor binalar, caddeler, mahalleler… Belleğimizi silerek cezalandırıyorlar bizi. Bakteri gibi büyüyor kalabalık ve gürültü. Setler çekiliyor gözümüze, deniz yasaklı, gökyüzü engelli, ağaçlar ölüme mahkûm…
Şehir kirli avlusundan ibaret kalabalık bir hapishane gibi… Engeller, kapılar, kilitler ardında boğazına kadar dolu ve artık kusan şehrin pisliklerinden kaçacak yer kalmadı. Nereye gitsek sülük gibi uzuyor arkamızdan; binalar, plakalar, ter kokuları, aracının camından ana avrat düz gidenler, omzuna çarpanlar, özür dilemekten yoksunlar…
Çok kalabalığız, gittikçe öfkesini ve çaresizliğini birbirinden çıkaran, saygısız, kaba, insani değerlerden uzak yığınların kara gölgesi, köşeye sıkıştırıyor güzel günlere olan umudu.
Hafta sonları ve tatillerde çıkıp nefes alınacak neresi varsa yığma şehrin ve her milletten insanın istilası altında. Betona sıkışan insanın hafta sonları; sahilleri, kalan son yeşil alanları nasıl bir hınçla, bulduğu her ağacın altına kendini neden atıverdiğinin farkında olmaksızın, nasıl bir sefaletle kirlettiğine şahit olmak ürkütüyor insanı. Yürümek, stres atmak isterken kalabalığın, mangal dumanının ve her türlü atık çöpün arasında sinirlerini boza boza ilerlemek zorunda kalmak, sevmekle nefret etmek arasındaki çizgide, şehirden nefret etme durumuna getiriyor insanı.
Kapalı mekânlarda oksijenden yoksun kalan beyinlerin depresif bakışları, soluk, yorgun yüzleri bulaşıcı bir hastalık gibi kopyalanıyor birbirine… Yazın; bulduğu ağacın altına üşüşen kalabalık, kışın; her mahalle başına yapılan avm’lerin müdavimi oluyor. Pazar günlerini avm’lerde çılgın bir alış-verişle geçiren, lüks bebek arabalarında çocuklarıyla, elleri kolları poşetlerle dolu insanların görüntüsü kanımı donduruyor. Gökyüzünü, denizi, doğayı, açık alanı kalabalık duvarlar içinde dört bir yanı eşyalarla dolu dükkânlara tercih etmeyi gönüllü kabul etmişsek yaşam alanlarımızın talan edilmesi kimin umurunda olabilir? Eşyanın bin türlü halinde boğulmuş bu insanlar hangi değerin mücadelesini verebilir?
Kıpırtısız, sarı, ölgün yapraklarla dolu sokaklar. Göğe bakma duraklarına inşa edilen gökdelenleriyle, göksüz ve gönülsüz, ilerlemeyen trafiği, üst üste toplu taşıması, dip dibe toplu konutları, yığma bir yaşamın birey olamayan yalnızlığı içinde bata çıka, kaybola buluna, hayal sandığımız kaçış cümlelerine sarılarak tükeniyoruz.
Gürültümüz artıyor, içerde ve dışarda aynı çığlıklar. Duymazdan geliyoruz haklı olarak, duyduklarımıza dayanacak gibi değil kulaklar. Cehaletin mutluluğu ve duyarsızlığı çığ misali büyüdükçe ilmin, bilginin, erdemin, okumanın ve de yazmanın değeri yerle yeksan ediliyor. Okuma şevklerine hayran olduğum Avrupalı turistler el ayak çektiğinden beri yeni gelenlerle bizlerin elinde, dünya nimetinin dibine vuran lüks telefonlardan başka bir şey görememek, cahilliği topyekûn yüklendiğimizin kanıtı gibi.
Şehir ve medeniyet yerine şehir ve barbarlık konferansları verilse bundan fazlası olamazdı.
Şimdi başka kentlerin hayalini kuranları toplasak yine bu şehirden öteye geçemeyecek adımları. Bilmiyoruz ki hayal kurmayı bile unutmuşuz. Baltalanmış cesaretimizle bu düzeni kendi adımıza değiştirecek gücü bile çoktan kaybetmişiz.
Saksıda birkaç çiçek, vazoda kokmayan güller, duvarda denizin resmiyle avunmaya devam…
FATMA KOŞUBAŞI
Dünyalılar