Konuyla ciddi olarak uğraşan hiç kimse komünizmin üstünlüklerini yadsıyamaz; tabii bu eğer tümüyle özgür bir komünizm, yani anarşik komünizm olursa. Kabul edilecektir ki, karşılığı para olarak ödenen -bu para isterse “işçi çeki” biçimini almış olsun- ve devlet yönetimindeki işçi birliklerinde üretilen emek, her şeye karşın ücretli emek olacak ve ücretli emeğin tüm eksikliklerini taşıyacaktır. Yine kabul edilecektir ki, bu olgu eninde sonunda -üretim araçları toplumsallaştırılmış olsa bile yaşamın tüm alanlarına olumsuz yansıyacaktır. Ve son olarak, kabul edilecektir ki, her yönde değişimler gerçekleştirilip de bu değişimlerden bütün çocuklar yararlandığında, uygar toplumlarda var olan çalışma alışkanlığına, işini seçebilme ve değiştirebilme özgürlüğüyle, birbirine eşit insanların ortak yarar için hep birlikte çalışmaları özgürlüğü gibi alabildiğine çekici çalışma koşullan da eklendiğinde, komünist toplum asla üretici güç eksikliği duymayacak ve mevcut üretici güçler toprağın verimliliğini hızla iki-üç kat artırıp, sanayiye müthiş bir ivme kazandıracaktır.
Bu konuda karşıtlarımız da bizimle hemfikirler; tek itirazları “tembel azınlık”. “Bunlar çalışmayı keyif haline getiren bütün olumlu koşullara karşın ya hiç çalışmak istemeyecekler ya da işlerini yanlış, baştan savma yapacaklardır. Bugünkü koşullarda ise açlık tehlikesi en inatçı tembelleri bile başkalarından geri kalmamak için çaba göstermeye yöneltiyor; işine vaktinde gelmeyen bir işçi hemen işini kaybediyor. Ne var ki bir korkak bütün orduyu bozar, hesabı, birkaç disiplinsiz, tembellikte inatçı işçi bütün öteki işçilerde disiplinsizlik ve öfke yaratacak, bu da çalışma ortamını berbat edecektir. Sonuçta da, bu tipten insanları daha baştan yok edecek olan zorunlu emek sistemine dönmek gerekecektir. Böylece de, işçinin özsaygısını incitmeden onun üzerinde baskı oluşturacak tek yöntem, üretilen işe göre uygulanacak ödüllendirme yöntemi olacaktır. Bütün öbür yöntemler, egemenlerin, yönetimin, resmi makamların sürekli müdahalesini gerektirecek, bu da doğal olarak özgür insan üzerinde kısa sürede katlanılmaz bir baskı oluşturarak bıkkınlık yaratacaktır.
Sanırız bize yöneltilen itirazın ağırlık merkezini bu düşünce oluşturuyor. Okurun da göreceği gibi, bu düşünce de devletin, ceza yasalarının, yargıçların, gardiyanların gerekliliğini haklı göstermeye çalışan düşüncelerle aynı çizgide yer alıyor. “Küçük bir azınlık olmalarına karşın, toplu çalışma disiplinine uyum göstermeyen insanlar, (bize maliyetleri çok yüksek de olsa ve bunların kendileri de akla gelecek-gelmeyecek, eski-yeni her türden yeni kötülüklerin kaynağı da olsalar) devletin, resmi makamların, mahkemelerin, hapishanelerin varlığını zorunlu kılıyor.”
Devlet yandaşlarının bize söyledikleri, bu.
Genel olarak makamlar, otoriteler konusunda verdiğimiz yanıtla karşılık verebiliriz bu görüşe:
“Olabilecek bir kötülükten kaçınabilmek için öyle bir araca başvuruyorsunuz ki, bu aracın kendisi çok daha kötü olduğu gibi, olmasını önlemeye çalıştığınız türden kötülüklerin, kötüye kullanmaların da kaynağıdır. Unutmayın ki, özellikle de ücretli emeğin varlığı, yani insanların yaşamak için işgüçlerini satmaktan başka olanaklarının bulunmayışı, bugün eksiklerini sizin de kabul etmeye başladığınız çağdaş kapitalist sistemi yaratan şeydir.
Yine, karşıtlarımıza yanıt olmak üzere, bu görüşlerinin var olan düzeni savunma anlamına
geldiğini de söyleyebiliriz. Çağdaş ücretli emek komünizmin birtakım kusurlarından kurtulmak için icat edilmedi. Tıpkı devletin, mülkiyetin kaynağı gibi ücretli emeğin de kaynağı bambaşkadır. Öne sürdüğünüz görüşlerin, devletin ve mülkiyetin gerekliliğini haklı göstermeye çalışan görüşlerden daha fazla bir kıymeti harbiyesi yoktur. Ama biz yine de bu itirazı ele alacağız ve ne kadar haklılık içerdiğini irdeleyeceğiz.
İlkin, özgür emek ilkesine dayalı olarak kurulmuş bir toplumda, öne sürüldüğü gibi birtakım asalaklar türese bile bu toplum, otoritelerin ve ücretli emeğin yardımına başvurmaksızın bunlardan kurtulabilir. Şimdi ortak bir iş görmek üzere bir araya gelmiş bir grup gönüllü işçi düşünelim; içlerinden biri dışında bu işçiler tutkuyla, coşkuyla çalışıyorlar. Bu tek işçi ise, işini küçük görüyor, sorumluluklarını yerine getirmiyor, işi asıyor vb. İyi de, bu işçiler bu yüzden gruplarını mı dağıtırlar? Kendilerine cezalar yağdıracak bir başkan mı seçerler? Yoksa Fransız Bilimler Akademisi’nin uyguladığı -daha sonra alacakları ücrete esas olmak üzere, oturumlara katılan üyelere jeton dağıtmak gibi- bir yönteme mi başvururlar? Hiç kuşku yok ki, bunların hiçbirini yapmaz, yalnızca hal ve hareketleri işin gidişini tehdit eder bir mahiyet alan arkadaşlarını yanlarına çağırır ve “Hemşerim,” derler, “biz aslında seninle seve seve çalışırdık, ama işine karşı bu özensiz, ciddiyetsiz tutumun yollarımızı ayırıyor. Git, kendine anlaşabileceğin, kendin gibi olan başka bir işçi grubu bul!”
Bu öylesine doğal bir yöntem ki, günümüzde de her yerde, bütün sanayi kollarında bu yönteme başvurulduğu gibi bu yöntem etkililik yönünden ceza, ücret kesintisi, gözetim altında tutmak vb. gibi yöntemlerle yarışıyor, başarılı bir şekilde yarışıyor. İşçi işine tam zamanında geliyor olabilir, ancak eğer kötü çalışıyorsa, işine karşı özensizliği ya da başka kusurlarıyla öbür arkadaşlarının çalışmalarını etkiliyorsa, onlarla kavga ediyorsa, işçilerin başvurdukları yöntem bu arkadaşlarınıyanlarından, gruplarından, işliklerinden uzaklaştırmaktır. Çalışma hayatı konusunda fazla bilgisi olmayan insanlar genellikle işyerlerinde nitelikli çalışmayı “her işten anlayan patronlar” ya da onların gözetmenleri sağlar sanırlar; gerçekteyse, bir ürünün bitmiş sayılabilmesi için çok sayıda işçinin elinden geçmesi gereken az çok karmaşık üretim süreci olan fabrikalarda, çalışma ortamının ve emeğin niteliğini belirleyen işçilerin kendileridir. Özel kesim elindeki nitelikli İngiliz fabrikalarında, örneğin, Fransız özel sektörü elindeki fabrikalara ya da devlet elindeki yine İngiliz fabrikalarına göre çok daha az sayıda gözetmen bulunmasının nedeni de budur.
Toplumda belli ahlâksal normların korunması nasıl sağlanıyorsa, burada da aynı şey oluyor. Genellikle sanıldığı gibi polis, mahkeme vb. sayesinde değil, onlara rağmen korunur toplumda ahlâk. Bizden çok, çok önce yaşamış insanların değil miydi şu güzel söz: “Bir toplumda ne kadar çok yasa olursa, o kadar çok suç olur”.
Ve bu yöntem, yalnız sanayi kuruluşlarında değil, her yerde, her zaman geçerlidir; üstelik kapsamı öylesine geniştir ki, bir tek kitap kurtları bu kapsamın boyutları hakkında kuşku belirtebilir.
Birkaç başka kumpanyayla birlik oluşturmuş bir demiryolu kumpanyası sorumluluğu yerine getirmez, kendine bağlı treni geciktirir ve yüklerin istasyonlarda yatmasına neden olursa, öbür şirketler derhal aralarındaki anlaşmayı iptal etmekle tehdit ederler kendisini ve bu tehdit hemen her zaman etkili olur, yeterli olur. insanlar genelde şöyle düşünme eğilimindedirler: Efendim, ticari işlerde yükümlülüklerin yerine getirilmesi mahkeme korkusundandır… Hayır, gerçek hiç de böyle değildir. Verdiği sözü yerine getirmeyen on ticaret erbabından dokuzu için mahkemeye düşme tehlikesi yoktur. Özellikle de canlı ticaret merkezlerinden, örneğin Londra’da, tek bir olayda mahkemeye başvurulmak zorunda kalınması, tüccarların büyük çoğunluğunun, kendilerini mahkemeye başvurmak zorunda bırakan tüccarla bütün iş ilişkilerini kesmelerine neden olur.
Bugün aynı işte birlikte çalışan işçiler, tüccarlar, demiryolu kumpanyaları arasında geçerli olabilen bu ilişki, özgür emeğe dayalı toplumda neden olanaksız olsun?
Komünist toplum büyük bir cesaretle üyelerine şöyle bir koşul öne sürebilir: “Evlerimizden, mağazalarımızdan, yollarımızdan, taşıma araçlarımızdan, okullarımızdan, müzelerimizden vb. güle güle yararlanın! Yalnız, bir koşulumuz var: Yirmi yaşından kırk beş ya da elli yaşına dek günde dört ya da beş saatinizi yaşamı hep birlikte yaratabilmemiz için çalışma hayatına katmanız gerekiyor. Seçim sizin: İsterseniz mevcut çalışma gruplarından birine katılan, isterseniz kendiniz yeni bir grup oluşturun, tek ki bu grup bizim zorunlu olarak kabul ettiğimiz nesnelerin üretimini üstlensin. Geri kalan zamanınıza gelince, o zaman dilimi sizindir: Kiminle isterseniz birleşin, hangi sanat, bilim için istersiniz bir araya gelin, kendinizi hangi keyfe, zevke verirseniz verin.
“Bizim sizden bütün istediğimiz, yılda bin iki yüz ya da bin beş yüz saatinizi gıda, giysi, konut ya da ulaşım aracı, toplumsal hijyen vb. üreten bir çalışma grubu içinde, bu çalışmalara katılarak geçirmenizdir, buna karşılık da bu grupların ürettikleri ya da daha önce üretilmiş olan bütün bu şeylerden yararlanacaksınız. Ama hangi nedenle olursa olsun toplumumuzdaki binlerce çalışma grubundan hiçbiri sizi arasına kabul etmek istemezse ya da sizin elinizden hiçbir yararlı iş gelmiyorsa ya da siz herhangi bir yararlı iş üretmeye istekli değilseniz, o zaman herkesten ayrı, tek başınıza yaşarsınız ya da hastalarımızın yaşadığı gibi, yani toplum hesabına yaşarsınız. Eğer size gereksindiğiniz her şeyi verebilecek kadar varlıklı olursak, seve seve veririz; çünkü siz bir insansınız, dolayısıyla da var olma hakkına sahipsiniz. Ama mademki kendinizi böyle bir ayrıksı durum içine sokuyorsunuz ve yurttaşlarınızın bulunduğu saflardan ayrılıyorsunuz, bu durumun bizimle olan ilişkilerinizi etkilemesi de son derece doğaldır. Toplumumuzda size bir başka dünyadan -burjuva dünyasından- gelmiş bir insan gözüyle bakılacaktır; meğer ki birileri sizde bir deha keşfetmesin ve yaşam için sizin de yerine getirmeniz gereken işleri ve bütün ahlaki sorumluluklarınızı üstlenmesin.
“Ve nihayet bütün bunlar hoşunuza gitmiyorsa, kendinize bir başka yer, başka arkadaşlar bulun, kafanıza uygun yeni bir yaşam yaratın. Bize gelince, biz sizin beğenmediğiniz bu yaşamı yeğliyoruz.”
Sayıları çok artar ve kendilerinden sakınmak gerekirse komünist toplum asalaklara böyle davranırdı işte.
Piotr Kropotkin
Dünyalılar