Yemek yemek bir ahlak meseledir. Yemek yemek politiktir. Yemek yemek bizi bu dünyaya, başkalarına, suya, toprağa, başka canlılara bağlar. Bizim belki de çevremizle kurmuş olduğumuz en samimi, en yakın, en içten, en vazgeçilmez ilişkidir bu, “içimizden geçenler”. Oysa pek çoğumuz yediklerimize ölesiye yabancılaşmış durumdayız..
Yabancılaşmak: İnsanın yozlaşmasının temel sebebi. İnsanın bir başkasına bağlı olduğunu, bir başkasına borçlu olduğunu unutması; ancak bir başkası sayesinde var olabildiğini yok sayması. Çeşitli din ve düşünce sistemlerinin temel prensibi de bunun üstüne kuruludur. Borçlu hissetmek, minnet duymak, tam bu sebeple aşırılığa kaçmaktan imtina etmek, karşıdakini gözetmek. Bizi birbirimize bağlayan bu ilişkilerden uzağa düştüysek o zaman başka bir dünyaya dair nasıl hayal kurabiliriz? Midemizden geçenleri, bizi dünyaya bağlayan canlıları/nesneleri gözetmediğimiz bir hayatın içinde neyi ne kadar değiştirebiliriz?
Bugün yiyecek sektöründe çalışan şirketler, yediklerimizin ne şartlar altında üretildiğini bizden gizlemek için yoğun uğraş veriyor. Tohumdan gübreye, sütten yumurtaya yediklerimizin masaya gelene kadar neler yaşadığı konusunda çoğu insan neredeyse tamamen umursamaz. Oysa herkes biliyor hormonları, kimyasal atıkları, berbat üretim koşullarını, bu esnada iliğine kadar sömürülen insanları, toprağı, suyu, herkese ama herkese işkence edildiğini, büyük şirketlerin büyük karlar peşinde koşarken tüketici dahil hiç kimseyi umursamadığını… Ama şölen devam ediyor. Aile toplantıları, buluşmalar, en mahrem anlar yemek üstüne kurulu; hatta eşitlik ve özgürlük hakkında konuşurken, siyasetten ve ahlaktan bahsederken bile inanılmaz bir soğukkanlılıkla hemen dibimizdekini, ağzımızın ucundakini görmezden gelebiliyoruz. Bu kadar yakındaki bir meseleye dair ne yapacağımız konusunda hemen hiçbirimizin bir fikri yok.
Belki de sebep sorunun çok dibimizde olması, etimizle kanımızla bağlıyız bu sisteme. Her gün onlarca endüstriyel şekilde işlenmiş ürün yiyoruz: hilkat garibesine döndürülmüş canlılar, toprağı sefil eden üretim şekilleri, kimyasal gübre üretmek için harcanan petrol, petrol için yapılan savaş, üreticinin sömürülmesi, soyu hızla tükenen canlılar, yok olan ormanlar, haksızlık, ahlaksızlık… hepsi birbirine bağlı.
Bunlardan bahsedince bir çaresizlik manzumesi terennüm ediliyor: “Fakir ülke Türkiye, insanlar aç, en ucuz ne varsa onu yiyorlar mecburen. Biz istemez miyiz sağlıklı beslenmeyi? Ama eldeki bu! Üstelik dünyadaki onca insan başka türlü nasıl doyurulacak?” Bütün bu savunmalar, baştan söyleyeyim, kafama yatmıyor. Ya yanlış bilgiye dayanıyorlar ya bir tespitten yola çıkıp yanlış sonuca varıyorlar ya da bazen kısaca atıllığa kılıf uyduruyorlar.
Endüstriyel gıda ürünlerinin büyük çoğunluğunun, mesela bir üretim çiftliğinde üretilen sütün ve sütlü ürünlerin en büyük tüketicisi dünya üzerindeki açlar değil, gelişmiş ülkelerin varsıl vatandaşları. Dünya gıda piyasasının büyük bölümünü üç-beş şirket kontrol ediyor. Bu şirketlerin amaçları fakirlere ucuz yiyecek üretmek değil, karlılıklarını arttırmak. Yani tüketimi arttırmak, bilhassa varlıklı kesimin tıka basa yemesini sağlamak. Bugün dünyada “aşırı kilolu” insanların sayısı açlık sınırının altında yaşayanlardan çok, düşünebiliyor musunuz?
Fakirler mecbur kalıyor” şerhini düşmeden evvel üstüne düşünmemiz, şüphelenmemiz gereken birtakım piyasa mekanizmaları var. Eğer fakirlerden bahsedeceksek önce bu endüstriyel tarım ve hayvancılık belasının yol açtığı fakirlikten, açlıktan, dayadığı piyasa ekonomisinden, temas ettiklerinin tamamını yok edişinden başlamamız lazım. Dünyada çoğunluk için et almanın giderek zorlaşmasına, buna mukabil bilhassa Amerika ve Avrupa’da yıllık ortalama et tüketiminin 60’lardan bu yana katlanarak artmasına bakarak sorular sormamız lazım. Kısaca fakirlik bu hikayede sebep değil sonuç. Üstelik fakirlik deyince akan sular durmamalı. Fakirlik illa ki çaresizlik, sessizlik, güçsüzlük anlamına gelmek zorunda değil.
Ne yiyoruz? Çok temel, çok önemli, bir o kadar da rahatsız edici bir soru bu. Belki şöyle başlamak lazım: Birileri bize ne uygun görürse onu yiyoruz. Zaten yediğimiz hiçbir canlıyı (bitki+hayvan) günlük hayatımızda görmüyoruz. Tabağımıza konanların büyük bir çoğunluğunun ne yaşamından ne ölümünden haberdarız. Nasıl üretildiklerini, kimlerin emeğiyle oraya geldiklerini, içlerine ne katılmış olduğunu, bu canlılara nasıl eziyet edildiğini bilmeden yiyoruz. A4 kağıdından daha küçük, elektrikli tellerle çevrili bir kafeste ömür geçiren bir tavuğun yumurtasını yemekten utanç duymuyoruz.
Yemekle ilgili en temel meselemiz “hijyen”. Ispanakları iyi yıkayınca kafamız rahat ediyor. Oysa çevremizde yaşayan/yaşamayan her varlığa utanılacak şekilde muamele ediyoruz. Vicdansız bir akıl, milyonlarca canlıyı azami karlılık adına mahvediyor. Üstelik bunu hepimizden gizlemeyi başarıyor. Biz de yemeklerin lezzetinden başka tek laf etmeden sofradan kalkarak görevimizi ifa ediyoruz. Görmüyoruz, çünkü görmemeyi seçiyoruz. Lezzetli yemeklerin menşeini; şekerin, unun, domatesin, çikolatanın, kahvenin menşeini sormamayı seçiyoruz. Yediklerimizin nerede üretildiğini bile bilmiyoruz. Yediklerimizle ilgili iki tane zavallı soruya odaklanmış yaşıyoruz: Lezzetli mi, temiz mi?
Yediğimiz birkaç canlının ahvalinden yola çıkarak yemek yemenin ahlaklı olmakla ilişkisini anlatmaya çalışacağım. Yakın zamanda okuduğum bir kitaptan esinlendim, Kitabın adı: “The ethics of what we eat” (Yediklerimizin Etik Boyutu). Peter Singer ve Jim Mason yazmış. Kitap çoğunlukla Amerika ve Avustralya’yı anlatıyor. Tam olarak aynı olmasa da anlatılan sorunların büyük bir kısmının Türkiye’de de bulunduğunu düşünebiliriz.
Tavuklar/Hindiler: Herhalde en kötü şartlarda yaşayan canlılar bunlar, bilhassa tavuklar. Artık yürüyemeyen, eklemleri tutmayan, görünce insanın canını yakan canlılara dönüşmüş durumdalar.
1950’lerdeki hemcinslerinden üç kat hızlı büyüyor; ama onların sadece üçte biri kadar yemek yiyorlar. Bunun sebebi hormonlar ve yedikleri bol şekerli besinler. Kimileri hayatları boyunca gün ışığı görmüyor. Bilhassa yumurta veren tavukların bir kısmı kafeslerde yaşıyor, kafeslerde ölüyor, hiç dışarı çıkmadan. Çiftleşemiyor, çıkıp dolaşamıyor, sağı solu eşeleyemiyorlar. Kafes dediğim bir karışlık bir mekan. Kafeste olmayanlar ise üst üste yaşıyor. Birbirlerini gagalamasınlar diye gagalarının kesilmesi yaygın bir uygulama. Berbat koşullar altında çalıştırılan (ama kafasına bone takmış) insanlar hindileri/tavukları yakalıyor, ellerindeki şırıngayla çiftleşme işlemini gerçekleştiriyor. Bu şekilde her on iki saniyede, bir hindinin rahmine sperm zerk edilebiliyor.
Yoğun şekilde üretilen bu kanatlı canlıların dışkıları hiçbir işlemden geçmeden toprağa bırakılıyor. İçinde bolca bulunan azot ve fosfor toprağın kalitesini düşürüyor, bir süre sonra bu arazilerde tarım yapılamıyor. Tavuk dışkısının denizlere, nehirlere karışması ayrı bir felaket. Bu dışkıdaki kimyasallarla beslenen deniz yosunları aşırı çoğalıyor, sudaki oksijeni emiyor, bu şekilde başka hiçbir canlının yaşayamadığı binlerce kilometrekarelik ölü denizler oluşuyor. İçinde yosundan başka hayat barındırmayan dev su kütleleri. İçme suları da kirleniyor, Amerika’da tavuk üretim çiftliklerinin olduğu çok geniş bölgelerde yer altı suları artık içilemez halde. Bu çiftliklerin yakınında yaşayanlarda mide ağrısı, kusma, kapanmayan yaralar, ishal gibi sorunlar görülüyor. Çalışanların durumu daha fena. Amerika’da bu işlerde çoğunlukla Latin Amerikalı göçmenler sigortası olmadan çalıştırılıyor. Yeni Dünya’nın yeni köleleri onlar. Büyük çoğunluğu sağlık sebepleriyle bu işi bir senenin sonunda bırakmak durumunda kalıyor.
İnekler: Daha çok süt ve et vermesi için hayvanların her yerine müdahale edilmiş. Bugün, elli sene öncesine göre Amerika’daki inekler üç kat fazla süt veriyor. Bu başarının altında yatan sır genetiği değiştirilmiş bir büyüme hormonu, BST (bovine somatotrophin). Bu hormon Türkiye’de de koyunlara ve ineklere üç sene öncesine kadar tatbik ediliyormuş.
BST Kanada’da ve Avrupa Birliği’nde yasak. (Şu an itibariyle Türkiye’de durum ne bilmiyorum). Bunun dışında kesimlik hayvanlara verilen kas geliştirici sentetik hormonlar ve envai çeşit antibiyotik onlardan bize geçiyor. İneklerde kullanılan kas geliştirici bu hormonların insanlarda kullanımı hemen hemen bütün ülkelerde ya yasak ya ciddi şekilde sınırlandırılmış.
İneğin sütü öncelikle bir meta olarak düşünüldüğünden doğumdan kısa bir süre sonra yavrusundan ayrılıyor. Buzağı, anne sütünün yerine kurutulmuş süt mamûlleri, nişasta, çeşitli yağlar, şeker, bolca antibiyotik ve diğer katkı maddelerinden oluşan bir sıvı ile besleniyor. Bir kısmına bilhassa demir verilmiyor, hayvanın etinin kansızlığından (anemia) mütevellit pembeliği, en pahalı lokantalara “gurme et” olarak pazarlanmasını sağlıyor.
Büyükbaş hayvanların geğirmesiyle oluşan metan gazı küresel ısınmanın önemli sebeplerinden biri olarak sayılıyor. Dışkıları, aynı tavuk dışkısı gibi, işlenmeden toprağa bırakılıyor, suları-toprağı kullanılmaz hale getiriyor. Verimlilik asla söz konusu değil. Bir kg. et üretmek için hayvanlara yirmi bir kg. tahıl yediriliyor (Lappé’nin “Diet for a Small Planet” kitabından aktaran Singer ve Mason, s. 210). Hesap basit: Bir kilo etle üç kişi doyar; yirmi bir kilo tahılla otuz kişi. Harcanan su miktarı daha vahim. UNESCO-IHE’nin raporlarına göre bir kilo sığır eti üretmek için on beş bin litre su harcanıyor. Temiz, içilebilir su (aktaran Singer ve Mason s. 213). Bu hesaba göre dünyada herkesin varlıklı tüketiciler kadar et yemesi zaten mümkün değil. Dünyanın bu bollukta bir kaynağı yok. Daha en başından eşitsizlik üstüne kurulu bir taahhüt ile yola çıkıyoruz. Dünya nüfusunun tamamını doyurmak hiçbir zaman amaçlanmamış zaten.
Bu kadar et bağımlısı bir toplumda yaşamak tarımı da etkiliyor haliyle, zira hayvan yemi pazarı başlı başına bir sektör. Amerika’daki inekler çoğunlukla genetiği değiştirilmiş mısır ile besleniyor. Amerikan hükümeti mısır üretimine yoğun şekilde para desteği veriyor; çünkü bu sektör sadece hayvancılığı değil başka pek çok sektörü, mesela gübre endüstrisini ayakta tutuyor. Kimyasal gübre ise petrol endüstrisine göbeğinden bağlı. Cornell Üniversitesi’nden çevre bilimleri uzmanı David Pimentel, altı yüz kiloluk bir dana yetiştirmek için bir tondan daha fazla petrol tüketildiğini hesaplamış (aktaran Singer ve Mason, s. 58).
Balık: Benim, üstünde en az bilgi sahibi olduğum besin balık idi. Nedense balık sağlıktır, diğer canlıların endüstriyel üretiminde oluşan sorunlar balıkçılıkta yoktur şeklinde bir inanca sahiptim. Durum öyle değilmiş. Greenpeace-Türkiye’nin hazırladığı raporlara göre Akdeniz’de yaşayan balık sayısı azalıyor, bazı türler ise tamamen yok oluyor. Trolle yapılan balıkçılıktan yavru balıkların avlanmasına kadar pek çok soruna henüz çözüm üretilmiş değil.
Zenginlerin sadece et, süt, yumurta, tavuk tüketimleri değil balık tüketimleri de son birkaç on yıl içinde katlanarak artmış olduğu için artık bazı balıklar balık üretme çiftliklerinde yetiştiriliyor. İlk başta çözüm gibi görünen bu icat aslında başka pek çok soruna yol açıyor. Bunlardan belki de en önemlisi, çiftlikteki balıkların beslenmesi. Üretim çiftliklerinde yetiştirilen balıkların büyük çoğunluğu etobur oldukları için (alabalık, levrek, çupra, orkinos), bunlar bir başka yerden getirilmiş “ıskarta” tabir edilen küçük balıklarla besleniyor. Bu hem masraflı hem de son derece zararlı bir uygulama; çünkü bizim ıskarta dediğimiz balıklar aslında bulundukları doğal ortamdaki besin zincirinin önemli bir halkası. Gelişmekte olan bu endüstriyi beslemek için giderek daha fazla küçük balık avlanıyor. Üstelik üretilen etten daha fazla (kiloda) küçük balığa ihtiyaç duyuluyor. Somon balığı için kabaca hesap şu: bir ton somon eti üretmek için dört ton et harcanıyor (Singer ve Mason s. 110). Bu da denizlerde yaşayan balıklara daha fazla zarar vermek anlamına geliyor. Üstelik doğal kaynaklar anlamsız bir şekilde yok edilmiş, harcanmış oluyor. İnsan pekala küçük balıkla da beslenebilecekken, biz bunları daha başka bir canlıyı beslemek için kullanıyoruz.
Diğer yaygın bir balık besleme yöntemi ise pelet; yani sıkıştırılmış kapsül şeklindeki balık yemi. Birtakım sentetik katkı maddelerinden, ıskarta balıklardan ve nereden geldiğini kesinlikle öğrenemediğim diğer et parçalarından, bol yağlı ve proteinli besin ürünlerinden yapılıyor. İçine antibiyotik de konuyor. Çiftlikte yetişen somon balıklarının rengi kırmızıya dönüşmediği için (bunun için somonun denizde doğal bir şekilde beslenmesi gerekiyor) karışıma renk verici kimyasallar ilave ediliyor.
Greenpeace raporuna göre bu şekilde “ilaçlanarak” yetiştirilen balıklar sadece insan sağlığını değil, denizde yaşayan diğer türleri de bulaştırdıkları hastalıklarla tehdit ediyor. Konsantre şekilde denize atılan balık dışkısı ve yemek artıkları denizdeki dengeyi bozuyor. Raporda orkinos çiftlikleri (orkinosu ton balığı diye biliyoruz) “felaketin tarifi” olarak isimlendiriliyor.
Diğer endüstriyel ürünlerde olduğu gibi balık çiftlikleri de petrole bağımlı bir sektör. Kanada’daki Dalhousie Üniversitesi’nden Peter Tyedmers’in yaptığı araştırmaya göre Kanada’da üretilen bir kilogram somon eti için iki buçuk ila beş litre arası mazot yakılıyor (aktaran Singer ve Mason 110).
Sanıyorum bu noktada bütün endüstriyel gıda çiftliklerinin muzdarip olduğu temel meseleyi şu şekilde özetleyebiliriz. Kendi kendine beslenen, doğayla organik bağı olan canlıları alıp bir yere hapsediyoruz. Bu kadar çok sayıda hayvanın yaşadığı/pislettiği yerde tarım/balıkçılık yapılamıyor haliyle, hem de uzun süre. O yüzden bu iş için yeni ve dev alanlar açmak gerekiyor. Ormanlar kesiliyor. Yağmur ormanlarının büyük bir hızla yok ediliyor oluşunun en büyük sorumlusu büyük gıda şirketleri (ve tüketicilerin daha çok tüketme hevesi). Bu esnada bütün bu canlılara eşya muamelesi yapılıyor. İğrenç koşullarda esir hayatı geçiriyorlar. Bu zavallı canlılar, uzaklardan getirilmiş, çoğunlukla getirildikleri yerlerin doğal yaşamını berbat eden yiyeceklerle besleniyor. Dünyanın emeği, zamanı, petrolü harcanıyor. Bilhassa et çiftliklerinde her zaman ama her zaman verilenden daha azı geri alınıyor.
Kendinizden hesap edin; bir senede kendi kilonuzun kaç katını yiyorsunuz?
Sezai Ozan Zeybek