Yaşam

Büyüklere Masallar; Robinson Crusoe ve Cuma

Bu kitap, ıssız bir adaya düşersek yanımıza alacağımız aslında tek bir şeyin olduğunu anlatıyor en felsefi dille hem de; insan. Ama bu insana düşünsel sınırların, sosyal engellerin ardından yalın anlamıyla ulaşılabileceğini anlıyoruz. Michel Tourneir’ın ilmik ilmik işlediği detaylar derin ve güçlü. Büyüklere masallar kıvamında olan bir baş yapıt Cuma ya da Pasifik Arafı.

Uygarlık sanrısı, ilkel algılayışı, özgürleşme gibi önemli konuları alt zeminde belirgince ele alsa da başlangıcı itibariyle klasik bir mevzu: gemi kaza yapar ve Robinson kurtulur. Issız bir adada tek başına açar gözlerini. Adaya yakın mesafede parçalanan gemiden çoğu eşyayı hatta gemiye yüklenmiş barut fıçılarını da kurtarmayı başarır. Belki de tüm bu yaşadıkları kısa bir tatildi. Adını Kaçış koyduğu gemisi ve Nuh’un gemisi arasında kurduğu benzerlik büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlandı. Karada inşa ettiği gemisini ağırlığı nedeniyle denize taşıyamadı, Nuh tufanına benzer bir sel olmasını umamayacağından tatili epey uzadı…

Kaçış’ın başarısızlığı yaşamında başka bir şeyi vaat etti: kök salmayı. Kültürel aidiyeti sayesinde zamanın çoğunu gözlemlemeye, araştırmaya adadı. Görme ve kontrol edebilme arasındaki yakınlık kendisini daha iyi hissetmesini sağladı. Ne de olsa kendine dönük çıkar odaklı insan için kesinlik ve sınırların varlığı güven veren kazanımlardı. Ama Robinson gördükçe, gözledikçe yalnızlığının boyutlarını da algılayabildi. Yalnızlığın keşfi biraz sancılı oldu hatta aklını kaybetme korkusu onun için hep bir tehdit olarak kaldı. Düşünmek yalnızlığını derinleştirirken bir şeyler yapması gerektiğine karar verdi. Uzun süren yalnızlığı boyunca da eylem ve düşünme arasında sürekli keskin dönüşler yapar. Her şey ve her yer onundu ama karanlıktı. Bu durum varoluşunun temellerini bütünüyle sarstı. Gerçeklik ayrımının merkezinde başkasının oturması ciddi kaygılara dönüştü ve yanılsama, düş, serap, sanrı durumu benliğini derinden sarstı. Seyir defteri tutma, yönetmelikler ve zamanı ölçmek bu kaygılarla baş etmenin şimdilik iyi bir yolu gibi göründü.

Evcilleştirilen her şey artık efendisine boyun eğiyordu. Adaya hâkimiyet duygusu, karanlık duygusunu azaltsa da yorucu ve yıpratıcı hale gelebiliyordu. Çoğunlukla da hayal kırıcı… Robinson böyle hissettiğinde onu anne karnı, yuva özlemi gibi saran sıcak çamuru keşfetti. Weber’in bahsettiği büyünün kendisiydi belki de çamur. Zamanın, mekanın içinde eridiği bir kayboluşta geçmiş şimdi oluyor, çamur ev oluyordu. Tüm rahatlığına rağmen bazen gittiği çamuru bir yenilgi, bir iniş olarak algıladı. Tembelliğin, akıldışılığın egemenliğiydi çamur. Ve temel sorunun hayatta kalmak değil düzen kurmak olduğunu düşündü.

Onu çamurdan yenilgiden asıl uzak tutan adaya kısa süreli gelen birkaç yerli için geliştirdiği korunma refleksi oldu ve önlemlerini artırdı. Böyle toparlanma hallerine rağmen umutsuzluk sürekli yokluyordu onu. Bazen küçük aksilikler üst üste geldiğinde bütün emeğini yok edip adanın o muazzam düzenini bozmak isteği uyanıyordu.  Ama şunu farketti, onu yaşatan aslında adaydı. Eski hayatına özlem bu adayı dönüştürürken azalıyordu. Ada artık çok yararlı bir makineye dönüşüp ruhunu kaybetmiş olsa da…

Seperanza(ada) artık insana ait bir mührü taşıyordu. Adı konulmuş ve her yerinde bir düzen hüküm sürüyordu. Adadan ürettiği ürünler daha çok geleceğe hazırlıktı ve harcanılmadan biriktiriliyordu. Şimdi ve gelecek ellerindeyken bir nevi yarı tanrı algılayışı da Robinson’u giderek sarmıştır. Bir maddeci olarak bu ıssız adada modern mirasını başarıyla taşıyordu. Ürettikçe yarattığını tükettikçe ise yıktığını hissederek neredeyse hiç tüketerek çalıştı. Ev yapmaya, çalışmaya, üretmeye sonra biriktirmeye devam etti kendisini insanlığa yakınlaştırdığını umarak. Kavranmayan her şey kötüydü ve kötülükle mücadelenin temel aracı akıl oldu. Her şey kanıtlanmalı, ölçülmeli, hesaplanmalı, belgelenmeliydi. Adanın gökyüzü artık camdandır, bilinç dışı her şeyle bağlantısı kopmuştur. Akıl bir bıçak gibi iyiyi ve kötüyü ayırdı. Robinson adadaki yegane insan olsa da suç kaçınılmazdı. Dolaysıyla kurallar ve ceza da öyle. Adanın anayasasını hazırladığında yine de mistik güçlerden onay bekledi. Ne de olsa bu Seperanza ile yaptığı bir anlaşmaydı.

Çoğu zaman Robinson diye bildiği kişiden uzaklaştığını adanın kendisi olmaya başladığını düşündü. Seperanza’yla aynı olma duygusu onun bağrına inme isteğini de beraberinde getirdi. İndiği mağarada bir çocukluk düşü sarmaladı onu tamamen. Çamur bir yenilgi olsa da mağaradaki inziva anları daha yapıcı anlar katabildi yaşamına. Bir himaye ve korunma hali gibi geldiği için annesine benzetti mağarayı.

Başkası boşlukta bir ben vardı… Ama bu ben gülümsemeden yoksun, soluk bir ben idi. Onu yalnızca bir başka gülümseme canlandırabilirdi. Şu ana kadar gördüğü duyduğu her şeyi başka biri aydınlatabilirdi. Kesinlikle ışık başkasıydı. Düşünüyorum o halde varım aforizması sorunludur. Düşünceler ifade edildiğinde hatta eyleme dönüştüğünden gerçekliğe dönüşür. Durumu somutlayan dışardalıktır. “ İçerde olan var olamaz.” Ve dışarının anahtarı bir başkasının elindedir. Bir başkasının yani Cuma’nın adaya gelişi devrimsel oldu elbet. Karanlık yersiz bir gülüşle son buldu. Ama Robinson yıllardır beklediği gülüşü tam anlamıyla yersiz buldu. Ona göre gelen yerli, insan sıralamasının en altındaydı. Kendisinin temsil ettiği uygarlık karşısında bir zavallıydı.  Yarattığı bu akli düzene ancak bir köle olarak dahil olabilirdi diye düşündü. Tam bir insan olamayacağına da karar kılarak Cuma ismini koydu. Uysal bir köle olarak pek çok işi yapmasına rağmen ruhunu kazanması için katıldığı dini ayinlerde gülmesi Robinson’u sarsıyordu. Hele Robinson’un olmadığı kısa bir aralıkta adasını oyuncağa çevirmesi sonra da kaçıp ilkel adetlerine geri dönmesi can sıkıcıydı. Ada evcilleşmişti ama bu ilkel yerli için yaptığı her şey boş gibi göründü ona.

 Cuma’nın boyun eğen tüm uysallığına rağmen kurulması gereken sevgi bağının kurulmaması Robinson’u düşündürüyordu. Bu sonuçta iyiliği için! Cuma’ya dayak atmasının payı elbet vardı. Hayvanlarla kurduğu bağ da dikkat çekiciydi. Bir keresinde Cuma’nın yaralı bir akbabayı iyileştirmek için yaptığı özverili davranışı düşündüğünde uygar insana özgü kibir Robinson için fark edilir oldu.  Cuma da gözlemlediği şey bütünlük hissiydi. Doğa, hayvanlar onun bir kopyasıydı. Bu varoluş şekli modern hiyerarşik tabloyu ve güç vurgusunu dışlıyordu. Ama bunun üzerinde çok durmadı.

Bu köle efendi ilişkisinin sonu, Cuma’nın yaptığı kaçamakla son buldu. Robinson’un piposunu mağarada gizlice içen Cuma sigarayı atmasıyla, Robinson’un gemiden naklettiği barut alev aldı. Büyük bir patlama emek verdikleri, sahip oldukları her şeyi yok etti. Karşısında durup izledikleri yıkım manzarası korkunç olmasına rağmen Robinson kendini çok kötü hissetmedi ve yeniden yapmak isteği de duymadı. Zafer gibi diktiği her anıt yıkılırken kendini yenik hissetmedi. Çünkü fark etti ki bu yıkımı kendisi de içten içe istiyordu. Yönetilen ada artık onun için de bunaltıcıydı. Mutluluk ve güven arayışı içinde seçtiği düzen onu bilinç dışından, adadan, Cuma’dan uzaklaştırdı. Zaten düzen sandığı mülkiyetçi kargaşa da bir korkaklık ürününden başka bir şey değildi. Bağımlılık bitmişti şimdi bağ kurma zamanıydı. Köklerini yitirmişti artık sorumsuzca uçmaya, yaratıcı rehberiyle anı yaşamaya hazırdı.

Efendi köle hiyerarşisi de silindiğine göre artık bir arkadaşlık ilişkisi başlayabilirdi. Kavgaya dönüşebilecek bir durumda Cuma’nın geliştirdiği çözüm arkadaşlık ilişkilerini daha da geliştirdi. Bir anlaşmazlık anında bambudan yaptığı Robinson  maketi ile oynadığı kavga oyunu anlaşılır bir ders oldu. Aynısını Robinson da yaptı. Artık kavgalarda hedef kişiler, karakterler değil davranışlar oldu. Küfürlere, vurmalara bir tatlılık işlemişti. Hatta köle efendi olduklarındaki ilişkilerini bile bir oyuna dönüştürerek anmaya başladılar. Özellikle bu oyun ikisine de iyi geliyordu; biri ezmenin yükünü atarken diğeri ezilmenin…

Bir ev olmadan doğada geçirilen zaman ve avcılık şeklinde gelişen yeni beslenme düzeni kendini daha iyi hissetmesini sağladı. Aralarındaki fiziksel oyunlarla güçlenen bedenini artık seviyordu. Güneşten korunan ya da bir başkasından gizlenen hastalıklı beden artık özgür kalmış ve düşünceyle tam bütünleşebilmişti. Artık bir Güneş şövalyesi olarak yükseliyordu. Cuma gibi olmak, ironiyi, hafifliği ve anı anlamak yeni öğrenme talepleriydi. Kötü dediği akıl dışı tarafındaydı ama kötü olan hiçbir şey yoktu. Yükseklik korkusu ile ilgili keşfi enteresandı; “O zaman anladı ki yükseklik korkusu, inatla yere yönelik kalmış olan bir adamın yüreğine yönelik bir yerçekimidir.”

Cuma bir keresinde gözüne kestirdiği inatçı, güçlü, yalnız gezen bir teke ile ciddi bir kapışmaya girişti. Kapışmada sağ kalan Cuma oldu. Bir vahşilik vardı ama amaç acı çektirmek değildi. Acı çektirmek için öldürmek tanıdık geldi. Adını Andoar koyduğu güçlü rakip yenilmemişti, o uçacak ve şarkı söyleyecekti. Cuma, günlerce büyük bir sabırla uğraşıp Andoar’ı bir uçurtma gibi uçurabildi. Sonra da bir tür rüzgar arpına benzettiği Andoar’a şarkı söyletti. İlksel bir ezgi artık dengenin, bütünleşmenin çağrısı gibiydi. Seyir defterine geçirdiği notta Andoar’ın kendisi olduğunu anladığını yazdı.

Kaygısız geçen her gün aslında birbirinin aynısıydı, zaman genişledi ve durdu. Sonsuzluğa yerleşmek gibiydi yaşadıkları. Hiçbir şey artık sadece verim alınacak yarar alınacak nesneler değildi. Onlar sürekli yeniydiler ve keşfedilebilirdiler.

Seperanza’ya yanaşan bir gemi ile her şey değişti. İnsan toplumunun çekimine kapıldığını ve bir şeylerin şimdiden silindiğini fark etti. Tam 28 yıllık bir zaman geçmiş olduğuna ise hiç inanamadı. Ama ölmemişti ya da delirmemişti. Acı çekmişti ama güneşsel bir mutluluk ve bilgeliğe kavuşmuştu. Gelenlerin hesapsızca adayı tarumar edişindeki açgözlülük, kibir tanıdık ama uzaktı. Cuma gemi ile ilgili tüm şeylere ilgi duyuyor, azimle öğrenmeye çalışıyordu. Robinson gemiye bindikten sonra başlayacak zaman döngüsünde kendini yenik hissetmeye başlayacağını ve hiçlik duygusuyla tekrar karşılaşacağını fark etmesi uzun sürmedi. Artık yıllar önce gemiye binen kişiden çok farklıydı. Kararını verdi; adada Cuma ile kalacaktı. Cuma’ya sormadan alınmış karar bir hayal kırıklığına dönüştü. Cuma’nın gittiğini anladığı an , 28 yılın ağırlığı üzerine birden çöktü ve ona yaşlandığını hissettirdi. Kendine bir sığınma yeri bir mezar ararken bir çocukla karşılaştı. Gemide hor görülen, dayak yiyen çocuk onunla adada kalmayı seçmişti. Ada da yaşam tüm ışıkları ve canlı renkleriyle yeniden başlamıştı. insan, gene döndürecekti evreni.

Hediye Çınar Ekinci

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu