Anadolu köylerinde iki büklüm yürümeye çalışarak komşusuna hal hatır sormaya giden, yaşlı kadınlardan öğrendim ben komşuluğu. Nerede o eski günler…
Komşuluk kültürünün çok sağlam olduğu bir geçmişten gelmemize rağmen modern hayatın getirdikleriyle beraber bu kültürü büyük şehirlerde ne yazık ki yavaş yavaş kaybettik. İmece usulü hayatlardan bireyselleşen yalnız insana doğru giderken, komşuluk kültürüyle birlikte güveni, paylaşmayı, mahalle ortamını ve birlikte yaşamanın güzelliğini de kaybeder olduk. Kalabalık şehirlerde haklı olarak fark etmez oldu insanlar birbirlerini. Kalabalıklar attıkça çoğaldı yalnızlık, insanın az olduğu yerlerde, zamanlarda kaldı insanın insanı fark edip gözlerine bakması, hal hatır sorması, içten bir gülüşle güven vermesi…
Yalnızlık ve bireysellik bilinçli bir tercihmiş gibi sadece insanı suçlamak ne kadar doğru bilinmez ama ben insanların modernite diye dayatılan gereksinimlerle yalnızlık uçurumuna itildiğini düşünüyorum. Her şeyden önce büyük şehirlerde yaşayan insanların çoğunluğunun çalışma şartları çok ağır. Ortalama saat sabahın yedisinde evden çıkan bir insan akşam saat 6′ da işten çıksa ki çok daha geç saatlere kadar çalışanlar da var. Trafikte geçen zamanla birlikte sekiz gibi akşam evde olsa ve saat 11’de yatsa bu üç saate ne sığdırabilir?
Çoğunluğun cumartesi günü çalıştığını da düşünürsek geriye kalan Pazar neyine yetsin, hangi dertlerine merhem olsun, kime neye ayırsın, dinlensin mi, İstanbul trafiğinde zamanını heder edip gezmek mi istesin, çalışan kadınsa evinde temizlik yemek mi yapsın? Bütün gün başkası için, evde çocukları ve evinin işleri için uğraşan bir insanda bitmişlik duygusundan başka ne olabilir?
İş hayatı dışında kalan zaman bu kadar kısıtlıyken ilişkileri seçmeye başlarız, öncelik sırasını muhtemelen ailemize, kendimize yakın bulduğumuz akrabalarımıza veririz. Komşuluk bu seçilen ilişkiler içinde en sonda kalanı olur maalesef. Kapitalist sistemin bilinçli bir oyunudur yalnızlaşan insan. Evli kalmaya bile tahammül edemeyen başarısız ilişkiler çağında komşuluğun kalmaması çok da şaşırtıcı bir durum değil gibi görünüyor. İnsanı köleleştiren ve tüm vakitlerini arsızca, utanmadan çalan sistem, insanları sadece maddi ve manevi tüketmeye teşvik ettikçe mutsuzluk uçurumu her geçen gün daha da büyüyecek gibi görünüyor.
Komşuluk bol vakitlerde az ve mutlu insanların olduğu yerlerde yaşamayı sever. Ev kültürünün olduğu yerlerde büyür, apartman kültürünün hâkim olduğu yerlerde azalır. Adımını evden dışarı attığında karşılaşacak bakkal, kasap, manav vs. ister, dikey hayatların dar vakitlerinde, inip çıkarken karşılaşmayı sevmez. Kalabalık şehirlerde, karmaşık toplum yapısı içinde kiminle karşılaşacağını bilmediğin kapılardan uzak durarak yaşamaz komşuluk. Kendine yakın insanı arar, her kültürden insanın olduğu metropollerde, güvenmek kapı komşuna güzeldir elbet lakin risktir de bir kapıyı çalmak ya da evine davet etmek birini. Gelip geçici olmayı sevmez komşuluk, bir yere kök salmayı başarabilen insanların işidir. Yıllar ayakta tutar onu, kimin ne olduğu bilindiği zaman kök salar, paylaştıkça derinleşir, derinleştikçe vazgeçilmez olur. O nedenle yaşayamaz şehirlerde komşuluğun ne olduğunu bilen eski insanlar. Anadolu köylerinde iki büklüm yürümeye çalışarak komşusuna hal hatır sormaya giden, yaşlı kadınlardan öğrendim ben komşuluğu.
Her ne kadar şartlar sosyalleşmek adına bizi zorlasa da yine de imkânsız değildir gülümsemek aynı apartmanı paylaştığın insana, merhaba demek anlamı farsça (benden size zarar gelmez) demek, okşamak başını çocukların, tanıdıktan sonra bir çay sohbetine davet etmek komşunu, bayramlarda kapılarını çalmak, yaşlılara arada bir kap çorba götürmek ve imkansız değildir elbet dar vakitlere az da olsa insani ilişkiler sığdırabilmek. Ne demiş atalarımız;
“Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” Belki de sadece gülüne, gülücüğüne…
Fatma KOŞUBAŞI (fatmakosubasi@gmail.com)