Ağlayarak geliyoruz dünyaya, bir ameliyat odasında, medikal bir mesele olarak, korkutularak, saçmasapan…
Yıllarca yeni doğan bebeklerin ağlamasının doğal olduğu, ağlamanın bebeğin ciğerlerinin açılması için (ciğere kaçmış olan amniyotik sıvının çıkması için) gerekli olduğu bilgisiyle yaşadım. Oysa bu doğru değilmiş. Büyük bir huzurla doğan ve ağlamayan bebekler varmış. Örneğin havuzda doğan bebekler, anne karnından benzer bir ortama yumuşak bir geçişle doğdukları için ağlamıyorlar, internette videolarını bulmanız mümkün. Fakat hastanelerde alışık olduğumuz manzara böyle değil: Çığlık çığlığa ağlayan bir bebek, floresanla aydınlatılmış parlak bir odada tepektaklak tutuluyor. Bebeğin çevresinde bir sürü insan, hepsinin ellerinde saçmasapan cihazlar, bir koşturmaca, bir telaş, bir bağırış… Doğar doğmaz içine düşülen bu dünyaya ağlamamak mümkün mü?
Ağlayarak geliyoruz dünyaya, bir ameliyat odasında, medikal bir mesele olarak, korkutularak, saçmasapan… Fransız doğum uzmanı Frederick Leboyer, Birth Without Violence [Şiddet İçermeyen Doğum] isimli kitabında hastanelerde uygulanan doğum yöntemlerinin ne kadar aptalca olduğunu anlatıyor. Evet, kelime aptalca! Aptalca, çünkü hala o bacakların havaya dikildiği aletlerle kadınlara yerçekimine karşı doğum yaptırıyorlar. Aptalca, çünkü büyük bir inatla doğumun doğal süreçlerini dikkate almayıp “işi” bir an evvel bitirmeye bakıyorlar. En önemlisi doğumu yaşamın kutsandığı bir an olmaktan çıkarıp, acı ve gözyaşına (ve elbette binlerce liralık masrafa) çevirmeyi başarıyorlar. Bütün süreç boyunca hamile kadınlar hastanelerde sanki bir hastalıkları varmış gibi muamele görüyor, en sonunda da “tedavi” edilip evlerine gönderiliyorlar. Zira modern tıbbın ulaştığı son nokta insafsız bir kar etme dürtüsüyle bedene yabancılaşmış birtakım tekniklerin tatbiki. Bedeni hiçe sayan, insanı hiçe sayan doktorlar, hastane çalışanları…
Ufak bir gösterge: Türkiye’de büyük şehirlerdeki özel hastanelerde sezeryan [TDK’da “sezaryen” olarak geçiyor] oranları % 80’lere ulaştı. Şu an güya önlemler alındı; ancak Türkiye genelinde sezeryan oranı hala % 50’ye yakın.Avrupa’da oranlar çok daha düşük; mesela İngiltere’de % 20 civarında. Dünya Sağlık Örgütü ise sezeryan oranlarının %15 civarında olması gerektiğini söylüyor. Basit bir akıl yürütmeyle şunu söylemek mümkün: Sağlık sektöründe özel sermayenin ağırlığı arttıkça ve insana verilen değer düştükçe sezeryan oranları artıyor: Amerika’da %31, Çin’de %46.
Doktorlarımıza sezeryan bahsi açtığımızda hep aynı uyduruk cevabı alıyoruz: “Elbette gerek olmadığı zaman sezeryan yapmıyoruz; ancak bazen gerekli oluyor”. Eğer %80’lik oranlar zorunluluk olarak açıklanabiliyorsa ya Türkiyeli kadınlar normal doğuma pek elverişli değiller ya da doktorlarda utanma kalmamış.
İşin aslı şu: Yüksek sezeryan oranlarının müsebbibi bizatihi doktorlar ve kar güdümlü hastane politikaları. Hastanelerde hamile kadınlara akılla-bilimle izah edilemeyen bir işlem uygulanıyor. Mesela tıp kitaplarında doğumun, suyun gelmesinden 24, hatta 48 saat sonra bile gerçekleşebileceğini okuyoruz. Her kadın doğuma farklı sürelerde hazır oluyor ve bu son derece doğal. Ancak Türkiye’de yaygın olarak su geldikten hemen sonra hastaneye koşuluyor ve çok kısa bir zaman içinde çeşitli makineler ve hijyen kıyafeti giymiş telaşlı insanlar tarafından çevreniz sarılmış oluyor. Bütün bu süreçteki en büyük sorun anne adayının terörize edilmesi. Oysa aklı başında tüm doğum kitapları ısrarla tersinin olması gerektiğini anlatıyor. Anne kendini güvende hissedecek, rahat olacak. Seruma bağlı şekilde yatarak değil, ayakta ve gezerek doğumu bekleyecek. Mümkünse açık havada ve tanıdığı, huzur bulduğu insanlarla…
Ancak hastanelerde ısrarla doğal yöntemlerin tersi yapılıyor. Korku ve endişe kadınların adrenalin salgılamasına sebep oluyor, bu da doğum için gerekli olan oksitosin hormonunun salgılanmasını engelliyor. Bunun üzerine doktor ilk müdahalesini yapıyor: “Suni sancı verelim”. Yani “kasılmaları suni şekilde hızlandıralım”.
Burada amacın anne-bebek sağlığı olduğunu iddia etmek mümkün değil, amaç doğum sürecini hızlandırmak. Çünkü normal doğum vakit istiyor, emek istiyor, karşıdakinin bedenine kesip biçilecek nesne muamelesi yapmamayı gerektiriyor. Hastanelerde vakit nakit. Hamilelerin “keyfi” 10 saat, 20 saat, 2 gün beklenemiyor.
Sonuçta kendi bedeninin insiyatifi elinden alınan anne adayına damardan sentetik oksitosin hormonu veriliyor. Damardan verildiği için hormon beyin tarafından algılanmıyor, bunun sonucunda yeterince endorfin, yani kasılmalarla oluşan ağrıyı kesecek gerekli hormon salgılanamıyor. Burada doktorun ikinci müdahalesi geliyor: Ağrıları azaltmak için anne adayına epidural yapılıyor. Bir doz-iki doz da değil, gittiği yere kadar, olabildiğince. Epiduralle yavaşlayan ritmi hızlandırmak için bir yandan da sentetik oksitosin yüklenmeye devam ediyor. Bu noktada bebek ve anne arasındaki organik bağ kırıldığı için bebeğin kalp atışlarını en başından itibaren makinelerle takip etmek zorunluluğu doğuyor.
Ortaya çıkan manzara şu: Yatağa bağlı bir anne. Kolundan serum ve oksitosin veriliyor. Kuyruk sokumundan epidurala bağlanmış, karnının üstünde ise çocuğun kalp atışlarını izleyen NST cihazı. Anne adayının düştüğü hal bu. Bu sürecin sonu %70-80 sezeryanla sonuçlanıyor. Bebeğin kalp atışlarının düzensizliğinden endişe eden doktor acilen sezeryana gidilmesi gerektiğine karar veriyor. Artık mesele ölüm kalım savaşına dönüşmüş durumda. Ameliyat ile bebeğin ve annenin “hayatı kurtarılıyor”.
Oysa doğumun doğal seyrine yapılan akıl almaz müdahaleler ile bebeğin kalp atışları daha en baştan olumsuz etkileniyor. Diğer bir deyişle sorunu yaratan doktorların doğurtma yöntemleri. Yaptıkları müdahaleleler domino etkisiyle sürecin sezeryanla sonuçlanmasına sebep oluyor. İşin sonunda da sorunu ameliyatla; yani bildikleri gibi çözen yine onlar oluyor.
Buradaki sorun tıp biliminin yetersizliği değil, halihazırda bu süreçlerin ne kadar sorunlu olduğuna dair pekçok tıbbi kitap var. Fabrika usulü işleyen ve öncelikli amacı kar etmek olan hastanelerin insan sağlığına ve doğanın işleyiş usullerine bu şekilde müdahale etmesi büyük bir kibrin ve nobranlığın ürünü.
Sorun Türkiye’ye has değil. Sezeryan oranları hemen her ülkede büyük bir hızla artıyor. Mesela az evvel iyi örnek olarak andığım İngiltere’de daha 15 sene önce sezeryan oranları % 10 civarında seyrediyormuş, neredeyse iki kat bir artış olmuş.
Doğum, birinin hem kendi bedenini tanıdığı hem de bir başka canlıyla hususi bir ilişki kurabildiği muhteşem bir süreç. Bu dönem hem kişinin hayatında hem de toplumsal ilişkilerde önemli bir dönemeç aslında. Fakat pekçok kadın artık doğumdan korkuyor. Nasıl korkmasın? Doğumhaneler mezbaha gibi; sancı odaları karanlık, iç sıkan, daracık yerler; bone takmış hijyenik çalışanlar insanın kendi bedeninden tiksinmesine sebep oluyor. “Ağrı odası” ismi bile insanı telaşlandırıyor. Bir kadının belki de keyif alarak yaşayabileceği bu çok özel deneyim ağrı ile, telaş ile, korku ile, risk ile, müdahale ile, ameliyat ile özdeşleştiriliyor. Kadınların yarısı için narkozun altında geçip gidiyor.
“Doğum sektöründeki” sorunlar sadece doğum anı ile sınırlı değil. Doğum öncesinde de doğumdan ve bebekten ziyade para konuşuluyor. Hastanedeki yetkililer, bilgi almak isteyenlere hemen doğumun paket fiyatını söyleyiveriyorlar. Hatta bir kısmı doğrudan sezeryan fiyatıyla başlıyor konuşmaya. Sanki doğuma dair tek gerekli bilgi fiyattan ibaretmiş gibi… Başka sorular sorunca, mesela “hastanenizdeki sezeryan oranlarını öğrenebilir miyim” deyince hemen başka bir yetkiliye aktarılıyorsunuz. Hastane görevlisi, o sırada oluşan boşluğu, doğum paketi hakkında size daha detaylı bilgi vererek gideriyor. Efendim, fotoğrafçı istersek şu kadar fark vermemiz gerekirmiş, eğer istersek doğum odasını pembe yahut mavi tülle süsleyebilirlermiş vs. Hatta bir kısım hastanelerde bebeğin ayak izinin kalıbını alıp biblo haline getiriyorlarmış. İşte müteşebbis sağlık sektörünün sunduğu hizmetlerin çeşitliliği bu noktalara ulaşmış! Karşımızda çok katmanlı bir hilkat garibesi var, insan söze nereden başlayacağını bilemiyor.
Bütün bu süs ve gösterişe rağmen anne adayları doğum hakkında ciddi bir şekilde eksik bilgilendiriliyorlar. Nefes alma teknikleri, özel antremanlar, yenilenler-içilenler, insanın kendi bedeniyle yeniden tanışması… Buna ilişkin eğitimlerin hastanelerde standart olarak bulunmasını bekler insan değil mi? Bir anne adayına öncelikle bunların anlatılması gerektiğini düşünür. Hayır! Bebek bekleyen insanlar olarak aylardır insan gibi muamele görebileceğimiz, basit bir doğumun hayalini kuruyoruz. Ancak sezeryan heveslisi olmayan bir doktor bulmak bile çok zor. Hastanelerde birsürü gereksiz bilgiye maruz bırakılıyoruz; ama doğuma dair en gerekli bilgileri gene internetten, kitaplardan öğrenmek zorunda kalıyoruz.
Eğitim veren yerler yok değil, var. Ama Türkiye’de bu tarz talepler tuzu kuru ortasınıflara ve sosyetik çevreye has görüldüğü için fiyatlar çok yüksek. İngiltere’de her anne adayına verilen broşürlere ve eğitimlere ulaşmak için Türkiye’de binlerce lira harcamak gerekiyor. Çünkü zannediliyor ki düzgün beslenmek sadece zenginlerin dert edeceği bir lüks. Yahut doğum öncesi yapılacak egzersizlerin tek amacı güzellik saplantısı… Halbuki mesela iletişim dersleri sadece bebek için değil onu yetiştiren insanların kendilerini tanımaları için de gerekli. O anlamda aslında herkesin ulaşımına açık olması gereken bilgiler bir pazarlık konusuna, bir metaya dönüşüyor. Yaşamın kendisi metaya dönüşüyor.
Türkiye’de sınıfsal ayrışmalara mütekabil, hastaneler arasında da korkunç fiyat farkları göze çarpıyor, çünkü doğum bir canlıya hayat vermekten ziyade insanların zayıf anlarından faydalanılan ahlaksız bir gelir kapısına dönüşmüş. En basitinden bir kıyas sunması adına: epidural fiyatları Kadıköy Şifa’da 20 lira, Medical Park’ta 650 lira, Acıbadem’de 2 bin lira. Malzeme aynı malzeme. Gene Acıbadem’de bir çocuğu doğurmanın fiyatı 11 bin lirayı buluyor. İzah etmek kolay değil. Sağlık denilince akan sular durduğu için her türlü fiyat “köklenebiliyor”.
Bebekler, insanın tüylerini diken diken eden bir ahlaksızlığın, bir gözü dönmüşlüğün içine doğuyorlar. İnsana yabancı, kadına yabancı, bebeğe yabancı bir ortamda bebekler ağlayarak doğuyor; sermayeler birikiyor, Türkiye büyüyüp büyüyüp kocaman oluyor. Sonunda da patlayacak!
Sezai Ozan Zeybek