Kültür-Sanat

Dostoyevski Üzerine Notlar (2): Sibirya Hapishane Günleri

Dostoyevski (sol başta) hapishanede, 1853.

 

Dostoyevski’nin hayatındaki en büyük dönüm noktası kuşkusuz Sibirya hapishane ve sürgün günleridir. Yıllar süren bu dönem, onu çeşitli sınıflardan insanları daha iyi tanımaya ve analiz etmeye yöneltmiştir. Psikolojik tahlilleri derinleşmiş ve insan ruhunun derinliklerine inmeyi başarmış, insanın karanlık yanlarını keşfetmeye başlamıştır.

” İnsanların yaşamak için inanılmaz

derecede istekleri ve dayanma güçleri vardır.”

 Dostoyevski: “Mektuplar”, Çizgi Kitabevi Yayınları, 2014, s. 29.

Dostoyevski’nin hayatındaki en büyük dönüm noktası kuşkusuz Sibirya hapishane ve sürgün günleridir. Yıllar süren bu dönem, onu çeşitli sınıflardan insanları daha iyi tanımaya ve analiz etmeye yöneltmiştir. Psikolojik tahlilleri derinleşmiş ve insan ruhunun derinliklerine inmeyi başarmış, insanın karanlık yanlarını keşfetmeye başlamıştır.

1849’da gizli bir devrimci örgütün üyesi olduğu iddiasıyla tutuklandı, önce ölüme mahkûm edildi, sonra Sibirya’ya sürüldü. Bazı kaynaklarda onun o dönemde ütopik bir sosyalist gruba dahil olduğu yazılır. Bunlar zaman zaman bir araya gelerek insan özgürlüğü ve çeşitli konular üzerine tartışırlardı.[1]

Bu grubun adı “Petrashevski” idi. Ona yönelik başlıca suçlama, grup içinde yüksek sesle eleştirmen Belinski’ye açık bir mektubu okuması ve Yazar Nikolay Gogol’un politik ve tutucu sosyal görüşlerinin eleştirisiydi. Dostoyevski tutuklandığında aslında son üç aydır bu grubun toplantılarına bile katılmıyordu. O tutuklanmadan önce radikal Nikolai Spechniev’in önderlik ettiği gruba katılıyordu. Bu kişiyi ‘Ecinniler’ kitabında Nikolai Stavróguin olarak işliyordu daha sonra. [2]

23 Nisan’da Dostoyevski, Petrashevski çevresinin diǧer üyeleri ile birlikte tevkif edilerek, Omsk kalesine hapsedilir. (Kendisi şu suçlarla itham edilmektedir: Sansürün sertliǧi hakkındaki konuşmalara katılmak, 1849 yılının Mart ayında Belinski’nin Gogol’a yazdıǧı ihtilâlci mektubu yüksek sesle okumak. Dourov’un odasında tekrar okumak ve Dourov’un okuduǧu deǧişik makaleleri dinlemek ve Belinski’nin mektubunu kopye etmesi için Monbelli’ye vermek, Kurulması düşünülen gizli bir basım evinden haberdar olmak, vs.) 19 Aralıkta askeri rütbesi geri alınarak, hapse mahkûm edilir.

Çar I. Nikola döneminde ölüme mahkûm olmanın, ölmenin ta kendisi olduğunu bilen Dostoyevski ve diğer ihtilâlciler için artık hiçbir hayat ihtimali kalmamıştı. 22 Aralık 1849 sabahı mahkûmlar idam edilecekleri meydana götürüldüler. Çar, bir yönetmen titizliğiyle yaşanacak olan dramı en küçük ayrıntısına kadar tesbit etmişti. Çar bu yaptığıyla ölümün soğukluğu karşısında mahkûmların ne derece küçüleceğini, fikirlerine ne derece sahip çıkacaklarını görmek istiyordu. Ve şimdi bu büyük oyunu sahneye koyma zamanı} di. 28 yaşındaki Dostoyevski ve arkadaşları gözleri kapatılarak kazıklara bağlandılar. Ölüm tamburu vurulurken, infazı gerçekleştirecek askerler tüfeklerini dolduruyorlardı. Hayatla ölüm arasında kıl kadar ince bir çizgi kalmıştı.

Nihayet bu tüyler ürpertici oyuna bir son verilip af kararı okundu. Olayın Dostoyevski üzerinde bıraktığı etki kendisi tarafından birçok yerde dile getirilecek, hatta eserlerinde yer alacaktır.

Kurşuna dizilme sahnesi

 

Kendisi yaşadığı bu trajik sahneyi “Mektuplar”da şöyle anlatır:

“Bugün 22 Aralık’ta hepimizi Semyonovski meydanına götürdüler. Orada bizlere ölüm hükmümüz okunduktan sonra öpmemiz için haç verildi ve başımızın üzerinde hançer kırıldı. Mezar tuvaletlerimiz de (beyaz gömlekler) hazırlanmıştı. Sonra içimizden üçünü ölüm cezasını yerine getirmek için kazıklardan yapılmış çitin önüne götürdüler. Ben altıncı sıradaydım. Üçer kişilik topluluklar halinde çağırıyorlardı bizi. Ben ikinci toplulukta olduğum için bir dakikadan fazla ömrüm kalmamıştı. O zaman seni düşündüm kardeşim benim. Son anımda kafamda yalnız sen vardın. Son ayrılıkta en yakınımda duran Plestceiev ile Dourov’u kucaklamak için vaktim vardı. Sonra çekilme emrini duyduk. Direklere bağlanmış olanlar geri getirildiler ve bizlere Çar hazretlerinin hayatımızı bağışladığını bildiren yazısını okudular.”

Ölümün hemen kıyısından ve bu kadar yakınınından dönen yazar, bu olaydan çok etkilenmiştir. Dostoyevski yaşadığı olayın getirdiği duygu ve düşünceleri,  “Budala” adlı romanının kahramanı Prens Mışkin vasıtasıyla ortaya koyar:

“Kendisine ateş edilen ana dek bir umudu olacaktır askerin; oysa aynı askere ölüme hüküm giydiğini bildirin -kesinlikle-ya çıldıracak ya ağlayacaktır. lnsanoğlu çıldırmadan dayanabilir mi böyle bir şeye? Niçin bu aşağılama, bu boş, çirkin, gereksiz vahşet? Kim bilir, dünyada yüzüne ölüm hükmü okunup işkencesi başlatılan, sonra da bağışlandın, gidebilirsin denen bir adam vardır ve o adam bize anlatabilir burada neler duyulduğunu. İsa bile sözünü etmiştir bu korkunç işkencenin. Hayır, insana reva görülemez bu! “[3]

Dostoyevski’nin hayatındaki en önemli iki devreden birisiydi bu: Sibirya’dan önce ve Sibirya’dan sonra. Sibirya’da gözlemlerde bulundu ve katil, cani olarak nitelenen insanların ruhlarındaki asil parıltıları da yakaladı. Ve orada anladı ki, insan o zamana kadar edebiyatta anlatıldığı ne saf iyi ne de saf kötü olabilirdi. İnsan işte bu iki karışımın birleşmesinden oluşuyordu. Kötünün mü, yoksa iyinin mi baskın geleceği ise koşulları ile ilgiliydi, karakterden çok.

 

Sibirya’dan önce ve Sibirya’dan sonra

“Hapis bendeki birçok şeyi yakıp yıktı,

ancak bunun yanında başka şeyleri ortaya çıkardı.”[4]

 

Orada kaldığı yıllar içinde caniler, katiller arasında yaşadı, onları yakından tanımak fırsatını buldu. Onlara “kara halk” derdi yazar. 1854 yılında serbest bırakıldı ve yazmaya döndü, kardeşi Mikhail ile “Vremia” dergisi kurdu, ancak ilk sayıdan sonra Hükümet tarafından şüpheli görüldü yayın.

Dostoyevski’nin hayatındaki en önemli iki devreden birisiydi bu: Sibirya’dan önce ve Sibirya’dan sonra. Sibirya’da gözlemlerde bulundu ve katil, cani olarak nitelenen insanların ruhlarındaki asil parıltıları da yakaladı. Ve orada anladı ki, insan o zamana kadar edebiyatta anlatıldığı ne saf iyi ne de saf kötü olabilirdi. İnsan işte bu iki karışımın birleşmesinden oluşuyordu. Kötünün mü, yoksa iyinin mi baskın geleceği ise koşulları ile ilgiliydi, karakterden çok. Kötü olarak tanınan birisi iyi bir davranışta bulunabilir, iyi olarak tanınan birisi ise sokağın köşesini döndüğünde beklenmedik bir cinayet işleyebilirdi. İşte Sibirya’daki “yoksul ve basit, katil, cani insanlardan” öğrendiği dersler bunlardı. Ve kendini onların öğrencisi olarak niteler özellikle “Ölü Bir Evden Hatıralar” kitabında. Bu kitapta Sibirya’da yaşadıklarını anlattı. Kişisel olarak olgunlaşırken yazar olarak da giderek olgunlaşıyor kendi öznel ve özgün çizgisini yakalamaya başlıyordu.

Sibirya’ya kızaklarla nakil.

 

Dostoyevski, kaldığı hapishanedeki mahkûmları şöyle anlatır:

“Tobolsk’da mahkûmlarla tanışmıştım. Omsk’da ise dört yıl süreyle, onlarla beraber yaşamak zorundaydım. Sert, kızgın ve acı kişilerdi. Asalete olan düşmanlıkları sonsuz olup asıl olan bizlere sınırsız bir düşmanlık ve nefretle bakıyorlardı. Ellerinden gelse çiǧ çiǧ yerlerdi bizi. Nasıl bir tehlike içinde bulunduǧumuza kendin karar ver. Onlarla aynı adetleri paylaşmak, beraber yemek yemek, aynı yerde uyumak ve bize devamlı olarak yapılan hakaretlere asla itiraz edememek.”[5]

Kaldığı hapishanedeki mahkûmları böyle anlatmasına karşın, yine de onları gözlemler, onlara yardımcı olmaya çalışır, hatta bunlardan birisine Rusça okuma yazmayı öğretir. Elinden geldiğince yardım ederdi. Ancak tüm bunlara karşın, yeri geldiğinde onların öğrencisi olarak kendisini nitelemesine karşın, kendini “soylu” olarak görüyor ve dolayısıyla biraz üstten davranıyordu diğerlerine. Çoğu zaman da kendisini izole ederek, hapishanenin revirinde kalmayı ya da kendisi gibi “soylu” olarak gördüğü bazı kişilerle ilişkide olmayı tercih ediyordu.

Dostoyevski, Sibirya’da bir kitabında dile getirdiği gibi insanın bütün işi gücü, sanırım, vida, değil insan olduğunu her an kendisine kanıtlamak felsefesini hayata geçirmeye çalıştı. Büyük güçlüklerle, aşağılamalar ve hakaretlerle karşılaştığında hep insan kalmaya çalıştı, hiç tükenmeyen umuduna tutunarak ayakta kaldı. [6]

Bir yazar için yıllarca yazamamak ve okumasına da izin verilmemesi en büyük işkenceydi zaten. Ayrıca yıllar boyunca hiç yalnız kalamaması da onun için büyük bir işkenceydi.

Stefan Zweig, onun Sibirya’daki dönemi için şöyle yazar:

“Sibirya, Katorga, sara illeti, yoksulluk, kumar, şehvet düşkünlüğü, varoluşunun bütün bu krizleri şeytani bir tersyüz etme gücü sayesinde sanatında verime dönüşmüştür, çünkü en değerli metallerini maden ocağının en karanlık dehlizlerinden, tehlikelerle dolu bir havada, güvenli bir hayatın gezinti yüzeylerinin çok aşağılarından çıkaran insanlar gibi, sanatçı da en ateşli hakikatlerini, en derin bilgilerini her zaman doğasının en tehlikeli uçurumlarından bulup çıkarmıştır. Sanatsal açıdan bir trajedi olan Dostoyevski’nin hayatı, ahlâki açıdan eşsiz bir başarı, içsel büyü sayesinde dışsal varoluşun yeniden değerlendirilmesidir.”[7]

Sara nöbetlerinin yanısıra hemoroid hastalığı da vardı kendisinde, kilo kaybetti. Kendisini bu nedenle her gece “çok soğuk ya da ateşten yanmış gibi çok sıcak” hissetti. Hapishanede revirinde bazen gazeteleri ve Charles Dickens kitapları okurdu. Mahkûmların bir kısmı tarafından saygı görürken, diğer bir kısmı tarafından ise yabancı korkusu veya nefreti içeren ifadelerinden dolayı hor görülüyordu.

Sibirya’da çoğunlukla hapishanenin revirinde hasta olarak bulunmuştur.

“Hastanede yatarken çoğunlukla hastaydım. Düzensiz sinirlerim yüzünden sara nöbetleri geçiriyordum, ama yine de nadiren oluyordu bu. Bacaklarımdaki romatizma hâlâ  duruyor. Onun dışında kendimi iyi hissediyorum. Tüm bu anlattığım güzelliklere, bir de kitap bulmanın neredeyse imkansız olmasını, elime bir kitap geçtiği takdirde de bu kitabı hemencecik, gizlice okumam gerektiğini ekle; insanın çevresini saran düşmanlıklar, kavgalar, küfürleşmeler, bağırıp çağırmalar, gürültü, kaos; her zaman için gözetim altında olduğu için insanın hiç yalnız kalamaması… Tüm bunları dört sene boyunca aralıksız olarak yaşamak zorunda kalmak: Tüm bunların kötü şeyler olduklarını söyleyen kişiyi bu söylediğinden dolayı affetmemiz gerekir.”[8]

Yine Sibirya’da cezaevinde olan insanlara yardım etmeyi iş edinmiş gönüllü ve iyi kalpli yoksul insanlar olduğunu uzun uzun anlatır.

Sara nöbetlerinin yanısıra hemoroid hastalığı da vardı kendisinde, kilo kaybetti. Kendisini bu nedenle her gece “çok soğuk ya da ateşten yanmış gibi çok sıcak” hissetti. Hapishanede revirinde bazen gazeteleri ve Charles Dickens kitapları okurdu. Mahkûmların bir kısmı tarafından saygı görürken, diğer bir kısmı tarafından ise yabancı korkusu veya nefreti içeren ifadelerinden dolayı hor görülüyordu.[9]

Sibirya’da eğitimsiz ama zengin bir ruhsal yapıya sahip mahkûmlar arasında bir içtenlik, bir anlayış gördüğünü anlatır. Bazen ise eğitimin nasıl barbar bir ahlâksızlıkla bir arada olduğunu gözlemlemiştir.

Cezaevinde bir işkenceci Binbaşı vardır ve mahkûmlara kötü davranmaktadır. Bütün mahkûmlar ondan korkarlar. Bir gün bu Binbaşının rütbeleri sökülür ve görevden el çektirilir. Dostoyevski onu bu andan sonra ilk kez gördüğünde şöyle yazacaktır:

“Üzerinde üniforması varken bir fırtına, bir tanrıydı. Ama şimdi redingotunun içinde bir hiçti, daha çok bir uşağı andırıyordu. Şaşılası şeydir, üniforma bu çeşit insanları ne çok değiştiriyordu.”[10]

Dostoyevski’nin Sibirya’da dine inanması inanmak istemesinden dolayı değil, inanmaya ihtiyacı olduğundan dolayıdır; o umutsuzluk karşısında kendisi ayakta tutacak bir şey arıyordu İncil buldu. Bunu kendisi, kahramanı aracılıǧıyla “Budala” adlı kitabında anlatır. Orada anlattığı bence kendisidir. O eğer Sibirya’ya gitmeseydi, dinsel inanca da sahip olmayacaktı bence.

“Az önce ‘dinini yitirmek’ten söz ederken nasıl da acı vericiydi hali Rogojin’in! ‘Bu tabloyu seyretmeyi severim’ demişti; hayır, sevmiyor, ihtiyaç duyuyor. Yalnızca tutkulardan oluşan biri değil Rogojin; yitirdiği inancını geri almanın savaşımını veren bir eylemci. Ona şimdi ıstırap derecesinde gerekli bu… Evet! Bir şeye, birine inanmak ihtiyacında.”[11]

Yine Sibirya’yı yazmak için orada bulunmak gerektiğine dikkat çekerek, “Bazı şeyleri yaşamadan anlayamazsınız, üzerinde yorum yapamazsınız” der

Sürgünde geçirdiği dört senenin ardından 1854 yılında kürek cezasından kurtularak er rütbesi ile kışla hizmetine verildi. Doğu Kazakistan Eyaleti’nin kuzeydoğusunda, Sibirya sınırı yakınında bir şehir olan Semipalatinsk’te zorunlu ikamete mahkûm edildi. Burada bulunan Alayın Yedinci Hat Taburunda beş yıl görev yaptı.

Dostoyevski, Sibirya günlerini “Ölü Bir Evden Hatıralar” başlıklı kitabında, roman tarzında anlatır.

1859’da Petersburg’a dönünce, kardeşiyle birlikte kurduğu bir dergide, “Ölüler Evinden Anılar” adı altında, Sibirya yıllarının izlenimlerini yayınladı. Ondan sonra Dostoyevski’nin en olgun eserlerini, en büyük romanlarını arka arkaya yayınladığını görüyoruz: “Suç ve Ceza” (1866); “Kumarbaz” (1866); “Budala” (1868); “Karamazov Kardeşler” (1879-80).

Çehov ve Tolstoy da Sibirya’daki hapis hayatı ile ilgili sahnelere bazı kitaplarında yer vermişlerdi. Fakat onların bu yapıtları, Dostoyevski’nin  ‘Ölü Bir Evden Hatıralar’ın yanına bile yaklaşamazlar. Çünkü Dostoyevski’nin onlara üstünlüğü bizzat Sibirya’da yıllarca hapis yatması, olanı biteni kendi gözleriyle görmesi ve her şeye tanıklık etmesiydi. Dostoyevski de zaten bu durumun farkındaydı ve kitabının bir yerinde şöyle diyor:

“Kitaplardan okuyarak veya düşünerek, gözlem yaparak varmadım ben bu sonuca. Gerçekleri yaşadım, öğrendiklerimi doğrulamak için de çok zamanım vardı.”[12]

Yine Sibirya’yı yazmak için orada bulunmak gerektiğine dikkat çekerek, “Bazı şeyleri yaşamadan anlayamazsınız, üzerinde yorum yapamazsınız” der. [13]

Hapishane

 

Bazı şeylerin yaşanmadan anlaşılamayacağını yorum yapılamayacağını dile getirir ve bunu açıkça ortaya koyar. Bu kitabını başyapıtlarının ilki olarak niteleyen edebiyat eleştirmenleri de vardır.

Dostoyevski için Sibirya’nın anlamına baktığımızda, şöyle bir ayrım yapabiliriz sanıyorum: Sibirya’daki hapis döneminden sonra Dostoyevski romancılığında ilerlemiş, başyapıtı olarak görülen büyük yapıtlarını (Suç ve Ceza, Budala, Karamazov Kardeşler…) yaratmıştır. Ancak romancılık anlamında ilerlemiş, derinleşmiştir ama, kişisel olarak ise özellikle mektuplarından yola çıkarak değerlendirirsek bir gerileme söz konusudur. Dine yönelmiş ve milliyetçilik duyguları yoğunlaşmıştır. Bir Rus milliyetçisine dönüşmüştür. Ve daha önce savunduğu özgürlükçü düşünceleri ve kesimleri eleştirmeye başlamıştır.

Bu da romanlarında görülebilir. Örneğin “Budala” romanında buna benzer düşünceler, diyaloglar bulabiliriz. Bir yerde, halk yığınlarının yoksulluğunu, hızlı nüfus artışına, insanların, geçim araçlarından daha hızlı çoğalmalarına bağlayan ve “nüfustaki fazlalığı emdiği” için savaşların, salgın hastalıkların yararlı olduğunu savunan, yoksul kesimlerin çoğalmalarını önlemek için insanlık dışı yöntemler öneren İngiliz din adamı ve ekonomist olan Thomas Mathaus’un düşüncelerine göndermelerde bulunur.

Kitapta bol miktarda Rus milliyetçisi görüşler de vardır. Ancak bunların bir kısmı, abartılı ve yanlış yorumlar olsa da, bir kısmı Rus insanını anlamaya dönük sorgulamalar olarak ele alınabilir bence.

“Ki şimdiye kadar olan da budur,” diye son sözünü yineledi. “Malthus’u düşünün. İnsanlığın dostu, Malthus’u! Ama sağlam ahlâki temellerden yoksun bir insanlık dostunun, -işin kibir yanı şurada dursun- insanlık için yamyamdan farkı yoktur; bunlar öylesine kibirlidirler ki, yanınızı yörenizi dolduran insanlık dostlarından birinin kibrini aksamayacak bir şey söyleyin, hemen en pespayesinden öç hırsına kapılır, gözünü kırpmadan dört yanından dünyayı kundaklar. Aslında… eğri oturup doğru konuşalım, başta ben, iğrenç Lebedev olmak üzere, hepimiz böyleyizdir…”[14]

Hatta ileri gider edebiyatı bile yeterince Rus olmamakla itham eder. Lomonosov, Puşkin ve Gogol’dan  sonra Rus edebiyatının Rus olmadığını söyler kahramanı aracılığıyla. Yalnızca bu üçünün yazdıklarını ulusal olarak niteler. Rus sosyalisti, liberali olmadığını da, olanların da büyük toprak sahiplerine dayanan liberallerden oluştuǧunu idda eder. Bu liberallerin de Rus olmadığını söyler. [15]

Kitaplarında Ruslar ile ilgili birçok düşünceye rastlanır. Ayrıca atasözlerine de. Bunların bir kısmında Rus toplumunu yüceltirken, diğer kısmında ise eleştirir. Rusları, özellikle Avrupalılar ile kıyaslar.

Kuşkusuz, bu görüşler abartılıdır ve birçok insana göre doğru olmayabilir. Ama “Budala” kitabında çok uzun diyaloglar, karmaşık düşünceler birbirini izler. Prens Mışkin ve diğerleri söze başladıklarında ara vermeden sayfalarca konuşurlar. Bu fikirlerin çoğu da çelişkilidir. Ama bu romanın kahramanlarının kendileri de çelişki içerisindeki kişiliklerdir başta Prens Mışkin olmak üzere. Tam olarak ne istediklerini bilmezler. Bir anti-kahramandırlar.

Dostoyevski’nin bir özelliği de kitap kahramanlarının özellikle Sibirya döneminden sonra birer anti-kahraman oluşlarıdır. Bir Balzac gibi onun kahramanları saf iyi, güçlü ve sarsılmaz değillerdir. Tam tersine acınacak durumda, zayıf iradeli, marjinal düşüncelere sahip anti-kahraman kişiliklerdir. Prens Mışkin, Raskolnikov ve diğerleri gibi…

Gerçekten de bana göre de ‘Ölü Bir Evden Hatıralar’ bir başyapıttır, bir gözlem manifestosudur. Dostoyevski, hem hapishanedeki 150 kişiyi gözler, onların iç dünyalarına iner, oradan yola çıkarak Rusya’ya ve Rus insanına yönelik düşüncelerini ortaya koyar. Yalnızca Rus insanını değil, orada Çerkesya’dan, Kafkasya’dan Dağıstan’dan gelenleri, Tatarları, Polonyalıları da inceler. Onun için hapishane bir psikoloji laboratuvarıdır, Bu hapishanede Rusya’nın değişik kesimlerinden gelmiş mahkûmlar vardır.

 

Ölü Bir Evden Hatıralar

“Dostoyevski’nin kitapları, her tür adiliǧin

en yüce duygularla birlikte insanın içinde

bulunabileceǧini kanıtlar. “[16]

 

‘Ölü Bir Evden Hatıralar’, yaşadığı kişisel felaketlerden yıllar sonra kaleme alınmıştır ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde başyapıt olarak adlandırılabilecek ilk eseridir. Bu kitabı, Tostoy da çok beğenmiştir.

Turgenyev de beğenmiştir kitabı, hatta hamam sahnelerinin çok Dantevari olduğundan söz etmiştir. [17]

Hapishanede kürek mahkumlarının yanlarında bulundurmasına izin verilen tek kitap İncil’dir.

Ronald Hingley ise, bu kitaba yazdığı önsözde, modern edebiyatta Puşkin de dahil, böyle bir yapıta rastlamadığını itiraf eder. [18]

Gerçekten de bana göre de ‘Ölü Bir Evden Hatıralar’ bir başyapıttır, bir gözlem manifestosudur. Dostoyevski, hem hapishanedeki 150 kişiyi gözler, onların iç dünyalarına iner, oradan yola çıkarak Rusya’ya ve Rus insanına yönelik düşüncelerini ortaya koyar. Yalnızca Rus insanını değil, orada Çerkesya’dan, Kafkasya’dan Dağıstan’dan gelenleri, Tatarları, Polonyalıları da inceler. Onun için hapishane bir psikoloji laboratuvarıdır, Bu hapishanede Rusya’nın değişik kesimlerinden gelmiş mahkûmlar vardır.

Yirmili yaşlarında kafası karışık bir biçimde yazıya döktüğü sosyalizmiyle kırklı yaşlarının ortalarından itibaren edineceği fikirleri arasında, bu kitap tam ortada durmakta. Kırklı yaşlarının ortalanndan sonra Dostoyevski, aşırı Rus milliyetçisi, fanatik muhafazakâr, Rus Ortodoks Kilisesi’ne hayran, Rusya’nın sıradan insanına tapan bir yazara dönüşecektir.[19]

Hatta cezaevine, dışarıda yiyecek ekmekleri olmadığı için bir suç işleyip kendi isteğiyle gelenlerin bile olduğunu yazar. Bu umutsuz bir yoksulluktur. Bir lokma ekmek için Sibirya’da kürek cezası almayı bile göze alanlar vardır.

Özgür yaşamları Sibirya’daki kürek cezasından daha beter olduğu için bilerek suç işleyip buraya gelenler de vardır. Dışarıda çok küçültücü bir yaşam sürmüşlerdir, karınları hiçbir zaman doymamıştır, sabahtan gece geç saatlere kadar patronuna çalışmıştır; oysa cezaevinde çalışma çok daha kolaydır, istediği kadar ekmek yer, hem o zamana kadar görmediği kadar güzeldir ekmek…[20]

Dostoyevski’nin asıl büyüklüğü insan ruhunu okuyabilmeseinden gelir bence. En azılı canileri bile anlamaya ve onların davranış biçimlerini yorumlamaya çalışır. “Kötü” denilen, davranışları öyle nitelenen insanları diğerlerinden ayırmaz, hatta bazen canilere diğerlerinden daha fazla değer verir. Bu düşüncelerinin tümünün derinliklerine Sibirya’da hapishanede inmiştir.

“Daha sonra en korkunç caniler konusunda bile görüşüm çok değişti. Hiç kimseyi öldürmemiş biri bazen alt kişinin canına kıydığı için buraya gelmiş bir katilden daha korkunç biri oluveriyordu.” [21]

Yine başka bir kitabında bu düşüncesini şöyle dile getirir: “”İnsanlar -caniler bile- bizim sandığımızdan çok daha saf, temiz yüreklidirler çoğunlukla.”[22]

“Başkalarına acı çektirmek tutkusu bir alışkanlıktır. Bu tutkunun gelişme yeteneği vardır ve gelişir, sonunda bir hastalık olur. En mükemmel bir insanın bile alışkanlık sonucu kabalaşabileceğine, rezilleşebileceğine inanıyorum. Kan ve başkaları üzerinde egemenlik sarhoş eder insanı: Kabalık ve rezillik gelişir; insanın aklına, duygularına ulaşır ve sonunda insan normal olmayan şeylerden zevk almaya başlar. Bir canavar olur. Ve insanlığa, pişmanlık duygusuna, yeniden doğuşa dönmesi hemen hemen olanaksızlaşır. Böylesine bir güç sahibi olma isteği salgın bir hastalık gibi bütün topluma bulaşır: öylesine çekicidir güç sahibi olmak.”[23]

Orada Sibirya’da hapishanede insanın insan üzerindeki baskısını, iktidarın kan üzerine kurulu olduğunu ve insan davranışlarının nasıl bir uçtan diğer uca kolaylıkla kayabileceğini de keşfeder. İktidar kavramının insan ruhu üzerinde yaptığı geri dönülmez tahribata dikkat çekerken aynı zamanda güç sahibi olmanın da nasıl çekici olduğunu saptar. Hayatın içinde de böyle değil midir, son derece kibar olduğunu düşündüğümüz bir insanın çok kaba bir davranışı karşısında bir anda ağzımız açık kalır, şaşırıp kalırız, söyleyecek bir şey bulamayız. Aynı şekilde kaba olarak nitelendirdiğimiz bir insanının ruhundaki soyluluğun ortaya çıktığına da bazı anlarda tanıklık ederiz.

Eğer hayatında Sibirya dönemi olmasaydı, Dostoyevski bu kadar büyük bir yazar olmayabilir, insan ruhunun bu kadar derinlerine inemeyebilirdi.

 

Erol Anar

Temmuz 2017

Santa Catarina-Brezilya

 

Sürecek…

 

 

 

Dipnotlar

[1] Biografia de Dostoyevski em Literaturas.com, Literaturas.com

[2] Joseph Frank: “As Sementes da Revolta“, Edusp; Edição: 2ª (1 de janeiro de 1999)

[3] Dostoyevski: “Budala“, İletişim Yayınları, 8. Baskı, 2010, İstanbul, s. 51.

[4] Andre Gide: “Dostoyevski“, L-M Yayınları, Birinci Baskı: Nisan 2005, İstanbul,  s. 88.

[5] Mektuplar, s. 34.

[6] Dostoyevski: “Yeraltından Notlar“, İletişim Yayınları, 14. Baskı, 2007, İstanbul, s. 46.

[7] Stefan Zweig: “Üç büyük usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski“, Çeviren: Nafer Ermiş, Türkiye İş Bankası Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, s. 81.

[8] Ölü Bir Evden Hatıralar, İletişim Yayınları, 3. Baskı: 2010, s. 391.

[9] Sekirin, Peter, ed. (1997). The Dostoevsky Archive: Firsthand Accounts of the Novelist from Contemporaries’ Memoirs and Rare Periodicals, Chronology and Annotated Bibliography. McFarland.

[10] Age, s. 352.

[11] Budala, s. 284.

[12] Ölü Bir Evden Hatıralar, s. 323.

[13] Age, s. 99.

[14] “Budala”, s. 441-442.

[15] Age, s. 395.

[16] Ölü Bir Evden Hatıralar’ın Anlatıcısı, Richard Louis Jackson,s. 410.

[17] Age, s. 380.

[18] Age, s. 19.

[19] Age,  s. 17.

[20] Age, s. 82.

[21] Ölü Bir Evden Hatıralar, s. 147.

[22] Dostoyevski: “Karamazov Kardeşler,” İletişim Yayınları, Birinci Baskı: 2001, İstanbul, s. 31.

[23] Ölü Bir Evden Hatıralar, s. 252.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu