‘’…dün burda üç abiyi astılar!’’
İnsan yaşarken fark edemiyor galiba kendisinden başka birilerinin de var olduğunu bu dünyada.
Bu kadar basit bir gerçeği; evet, tuhaf ama fark edemiyor işte! Hepimizin eninde sonunda ‘yalnızlık hastalığı’na esir düşmesindendir belki…
Yalnızlık aslında kendi dışındakileri unutmak ya da fark etmemek değil midir? Senden başkalarının da aynı kederlere garkolduğunu anladığında çoğalıyorsun ancak ve o zaman tahammülün artıyor dünyaya. Olgunlaşmak da böyle bir şey değil mi zaten?
Ama, heyhat; bu dünyada çok fazla zamanın da kalmıyor tüm bunları anladığında.
En çok hayıflandığım şeylerden biridir, aynı coğrafyada ve hatta aynı şehirlerde yanyana yaşadığım birilerini ancak öldükten sonra fark etmek. Daha önce hiç tanımadığınız bir şairin herhangi bir şiirini, ölümünün ardından yazılan yazıların birinde tesadüfen okumak mesela. Ya da ilk defa bir filmini seyrettikten sonra merak ettiğiniz bir yönetmenin daha geçen yıl bu zamanlar çekip gittiğini dünyadan. Hikayesini okuyup çarpıldığınız bir kalemin, o hikayeyi siz üniversitede öğrenciyken aynı şehrin aynı semtinde her zaman gittiğiniz bir parkta yazmış olabileceğini.
Yıl 1983’tü. Okul bitmek üzere, yakında doktor olacağım. İçimde saklayamadığım bir heyecan ve bir an önce hayata karışma arzusu.
16 Ocak günü, üç gündür aralıksız yağan İzmir yağmurunun insana sebebsiz hüzünler veren duygusuyla fakültenin okuma salonunda oturmuş, Hans Enzensberger okuyordum. (Kitabın ilk sayfasına o günün tarihini de yazarak yağmurla ilgili bir şeyler karalamışım) Aynı günün sabah saatlerinde, Paris’ten Ankara’ya giden bir uçakta, ‘Genç Ölmek’ isimli bir şiir kitabı yayımlanmış olan, 45 yaşında, ‘’donuk sarı kum kıyılara/ölümü yazmışlar renkli çakıllarla/kasabanın kırmızı saçlı çocukları/ uyanıp portakal uykularından…’’ diye şiirler yazan bir şair vardı: Ergin Günçe. Uçak Esenboğa’da düştü ve birçok yolcuyla birlikte o da hayatını kaybetti. Yaşarken konuşup, tanışabileceğim birini daha kaybetmiştim işte.
Denizler’in çeşitli zaman ve mekanlarına ait yüzlerce, belki binlerce fotoğrafına baktım. Deniz’in, Yusuf’un ve Hüseyin’in masum yüzleri nedense hep Ergin Günçe’yi ve onun yazdıklarını hatırlatır.
Onun, hiçbir şey söylemiyormuş gibi sessiz ve derinden akan, ama çok şey anlatan şiirlerini. Denizler gibi…
Denizlerin idamları sırasında, onlarla aynı cezaevinde kalan bir tutuklu çocuğun teyzesine yazdığı mektubun son mısraları özellikle:
‘’…karpuz istedi canım bugün bir de ekşi elma
vardır ya vardır ya kiraz getirseniz biraz belki
sokmazlar kantinde var derler çünkü
parayla ya da işle satarlar
sen gene getir iboyu, ben uzatır elimi severim
minnoşu da getiririm görüşünüze
biraz gıdıklarım, sana da bir boncuk işlettim
burda en güzel yapan cafer ağaya
havalar ısındı remziye teyze ve çok pislik buralar
ister zahmet etmeyin ister cuma günü gelin
babamdan mektup getirirseniz
dün burda üç abiyi asmışlar
suçları anayasayı devirmek
zor mudur acaba asılmak?
hepinize hoşça selam eder ellerinizden öperim….’’(E. Günçe)
Ercan KESAL
(Zamanın İzinde, s. 189)
Dünyalılar
Sitede yayınladığımız son yazılara göz gezdirmek isterseniz…