Bu dünyada yaşayan yedi milyar insan aynı şeyi istiyor; sevmeyi sevilmeyi, güveni, mutluluğu, huzuru, sağlığı, dostluğu, neşeyi, kendisine maddi refah getirecek olanakları. Yedi milyar insan içinde tüm bunlara sahip olan kaç kişi var sizce? Bence çok az…
Peki neden bu durumdayız? Kendimizi ve yaşam biçimimizi sorgulamakta fayda var.
Her birimiz bu gezegende yer kaplıyoruz. Gezegenin havasını, suyunu, yiyeceğini alıyoruz; doğal ürünlerinden yararlanıyoruz; çöpümüzü bırakıyoruz. Doğayı sürekli tüketiyoruz, kirletiyoruz, zarar veriyoruz. Bu gezegende yaşayan her bitki ve hayvan türü bir şekilde ekosisteme hizmet ediyor. Peki, biz insan türü olarak tüm bu aldıklarımıza karşı ne veriyoruz? İnsandan başka hangi canlı karnını doyurmak ve kendisini korumak dışında diğer canlıları da kendi türünü de acımasızca öldürüyor? Başka hangi tür ekosisteme böylesine zarar veriyor? Homo sapiens (insan) türü gezegenin kanseri olmuş durumda.
Din, mezhep, etnik kimlik, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim farklılıkları bahane edilerek her gün binlerce insan yine insanlar tarafından öldürülüyor. Çeşitliliğe, farklılığa saygı göstermeyi bilmiyoruz. “Bizden olmayanlar,bizden olanlar” ayrımını hayatımızın birçok alanında yapıyoruz. Bir de neden dünya bu halde, biz neden mutsuzuz diye sorup duruyor, ne kadar bencilce ve yanlış varsayımlarla yaşadığımızın farkında bile olmuyoruz. Sağlıksız inançlar, sağlıksız varsayımlarla sürdürdüğümüz bu yaşamın sonucu da insanlık ailesinin içinde bulunduğu feci durumu yaratıyor.
Hayat sadece iyi diploma, iyi iş, daha iyi iş, iyi eş, daha iyi eş, iyi çocuklar, iyi ev, daha iyi ev, iyi araba, daha iyi araba, para, daha çok para, daha iyi emeklilik, daha iyi ilaç, daha iyi ameliyat, öldükten sonra cennette yer kapmaktan mı ibaret? Çabuk yaşlanıyoruz ama aynı hızda olgunlaşmıyoruz. Kendimizi tanımıyoruz. İlişkide olduğumuz insanları tanımıyoruz. Hayatı tanımıyoruz. Amacımızı bilmiyoruz. En önemlisi sevmeyi bilmiyoruz.Ve bilmediklerimiz bize zarar veriyor!
Dünya büyük krizde. İnsanlığın yaşadığı bu kriz sanıldığı gibi ekonomik ya da politik değil. İnsanlık ruhsal kriz yaşıyor. Bu nedenle insanlık politik, ekonomik ya da askeri müdahalelerle, reformlarla düze çıkamaz. Dünya devletleri bugüne kadar hangi sorunu kalıcı olarak politik, ekonomik önlemlerle, askeri güçle çözebildi ki? Ekonomik ve sosyal sistemde reform yaparak insanlığın geleceğini değiştiremeyiz. Tüm reformlar bugüne kadar semptomları geçici olarak bastırdı. Tedavi ettiğini, sorunu çözdüğünü sandı ama kalıcı olarak iyileştirmedi. Bir süre sonra sorunlar daha da büyüyerek karşımıza çıktı.
Devletlerin açlığı ortadan kaldırmaya, eğitime ve sağlığa harcadığı toplam bir dolara karşı savunma ve silahlanmaya harcadığı miktar on beş dolar. İşte ruhsal yoksulluk. Sorun ekonomik ya da politik değil, bilinçsizlik!
İnsanlık ailesinin üyeleri arasında büyük boyutta adaletsiz bir paylaşım var. Bolluk ve yoksulluk arasında büyük uçurumlar, büyük adaletsizlikler olduğu sürece bu gezegende şiddetsiz bir dakika bile geçmeyecektir. Bu adaletsizlik doğal olarak yoksulluğu ve adaletsizliği yaşayan insanların çaresizlik içinde karşı koymasına yol açıyor. Etki-tepki meselesi. Gelişmiş (!) diye tanımladığımız güçlü ülkeler konumlarını ve güçlerini korumak için; bu karşı koymayı bastırmak için; silahlanmaya gittikçe daha fazla para yatırıyor. Köşeye sıkışmış her canlı, can havliyle saldırır. En küçük ve fakir ülkeden en büyüğüne kadar her ülke bir başka ülkeyle savaşıyor. Dünya ekonomik kriz değil ruhsal kriz yaşıyor.
Aziz Nesin, herkesin tabağında kalan yedi pirinç tanesi biriktirilse tüm Afrika’yı doyurabileceğimizi söylerdi. Ama bu gezegende her saat başı 652 çocuk ve yetişkin açlıktan ölüyor. Bu gezegende onları beslemeye yetecek fazla gıda, dünyayı yöneten şirketlerin daha çok kâr etme açgözlülüğü nedeniyle, ekonomik denge adına imha ediliyor. Sorun, bu insanları kendi ailemizin üyeleri olarak görmememizde. İnsanlık ailesinin bir ferdi olduğumuzu unutuyoruz. Gittikçe yalnızlaşıyoruz. Ruhsal yoksulluk, ruhsal kriz dediğim bu. Zenginler ise daha çok zengin olmak istiyor. Ama onlar da ruhsal yoksulluk içinde.
Devletler büyük şirketleri koruyor. Her ülkenin halklarına zarar veren şirketler dünyayı yönetiyor: Petrol şirketleri, ilaç şirketleri, gıda şirketleri, silah endüstrisi.
Petrol şirketleri doğayı öldürüyor. İlaç şirketleri her gün yeni yeni hastalıklar uydurarak yeni ilaçlarla yeni aşılarla hastalığımızdan para kazanıyor. Gıda şirketleri GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) ürünlerden imal edilmiş, kimyasallarla, suni boya ve aromalarla çekici hale getirilmiş ve gıda şekli verilmiş yiyeceklerle sağlığımızla oynuyor.
Bu şirketlerin çevirdiği dolaplarla her geçen gün yeni hastalıklarla boğuşuyoruz, gittikçe şişmanlıyoruz. Sorun büyük şirketlerle devletlerin ortak çıkarlarda buluşmasında yatıyor. Bu şirketler aslında devletlerin ta kendisi haline geldi. Her türlü politikayı onlar yönlendiriyor. Kendi çıkarlarına en uygun yasaları onlar çıkartıyor. İnsanlık ailesi piramidinin en tepesinde yer alan bir avuç “devlet büyüğü” ve zengin kesim hariç, tüm dünya ülkelerinin halkları bu, “devlet-büyük” şirketler işbirliğinden büyük ölçüde zarar görüyor. Üretici firmaların devletle işbirliği sonucu GDO’lu gıdalar marketlerin raflarının yüzde 70-90’ını tabaklarımızı dolduruyor. Sağlığımızın altı oyuluyor.
İlaç endüstrisi gelişmekte olan ülke vatandaşlarını, kendi yoksul vatandaşlarını ilaç ve aşı yardımı adı altında yeni ilaç ve aşılar geliştirmekte denek olarak kullanıyor. Sağlığımızın altı oyuluyor. Eğitim sistemi zaten beyin yıkama makinesi. Halklar bilinçli olarak cahil bırakılıyor. Cahili yönetmek kolaydır. Din ve devlet işleri ayrılmalı diyen laik kesimin, devletlerin büyük şirketlerle ortaklıklarını daha çok sorgulaması gerekiyor. Bu ortaklıklar insanlık ailesinin canına okuyor. Sadece bir avuç en tepedeki insan grubu bizim üzerimizde oynanan oyunlar sayesinde kazandıkları parayla ve güçle inanılmaz boyutta lüks yaşamlar sürüyor.
Dinler, mezhepler tarih boyunca insanların birbirine düşmesine neden oldu. Herkes doğduğu toprakta hakim olan dinsel doktrine göre “Benim inancım seninkinden iyi” diyor. Herkes kendi yolunun en doğru olduğunu söylüyor. İnsanlar kendi zihinlerindeki Tanrı kavramına göre hayatla ve diğer insanlarla ilişki kuruyor. Tanrı’dan korkuyorsan diğer insanlardan korkuyor ve gücünün yettiğini korkutuyorsun. Başkalarını tıpkı Tanrı’nın cezalandırdığı gibi cezalandırıyorsun. Sizce bu mantıklımı? Bence değil!
SÖZDE İNANIYORUZ, ÖZDE DEĞİL!
Bizim inandığımız dinsel ve politik ideolojilere inanmayanları yargılıyoruz, suçluyoruz, hapse atıyoruz, öldürüyoruz. Hem kendimizin hem başkalarının hayatını cehenneme çeviriyoruz.
Umursamamak, davranışlarımızda, bakış açımızda, tüketim biçimimizde hiçbir değişiklik yapmamak bir seçimdir. Halbuki gezegenimizin, “Homo sapiens” türünün geleceği her birimizin yaptığı seçimlere bağlı.
Kurban rolü oynamak ya da suçlamak değil, SORUMLULUK alma zamanı. Böyle gelmiş ama artık böyle gidemez. Gitmesi mümkün değil. Gezegen insanlık tarihinde daha önce bu boyutta yaşanmamış büyüklükte bir değişim ve dönüşüm içinde. Umursamamakla ya kendimizi bir gün yok edeceğiz, ya da son 50 yıldır ciddi anlamda dengesini bozduğumuz doğa bizden feci şekilde intikamını alacak.
Yapmamız gerekeni Mahatma Gandhi çok güzel özetlemiş:
“Dünyada görmek istediğin değişiklik sen ol.”
Bu yazı Nil gün “Geleceği Hatırlamak” kitabından alınmış ve eklemeler yapılmıştır.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/gelecegi-hatirlamak/244522.html
Arzu Şen
İletişim ve resmi websitesi: https://www.facebook.com/arzushen
Dünyalılar (www.dunyalilar.org)