Yaşam

Düşünce bir duruş biçimi, hayat ise bir akıştır

 

Çoğu zaman hayat bizden önde gider, onu kaçırır ve yetişmek için olağanüstü çaba harcarız. Bazen yetişiriz, bazen de yetişemez  ve arkadan ağır ağır takip ederiz onu. Kaçırmışızdır onu artık ve işin ilginç yanı bu durumu da kolaylıkla kabullenmişizdir. Çünkü hayata eşlik etmek, sürekli mücadele, emek ve sabır ister.

Dostoyevski, insan davranışları ve iç dünyası üzerine olağanüstü gözlemlerde bulunmuş bir yazardır. Onun kitapları da bu anlamda, hayatı ve insan davranışlarını gözlemek ve analiz etmek isteyenler için birer hazinedir. Şöyle der: “Sorun, hayattır; yalnızca hayat; hayatın kendisi, hayatı sürekli ve sonsuz biçimde bulma süreci … onu bulup, sonra da buldum diye noktakoymak degil.”[1]

Düşünce bir duruş biçimidir, oysa hayat bir akıştır. İkisi arasında uyum sağlayamayız her zaman. Bir şeyleri bulduğumuzu sanırız ve Dostoyevski’nin dediği gibi noktayı koyarız. Aradığımızı bulduğumuzu sanırız, oysa gözden kaçırdığımız, hayatın hiç durmadan akan ve bembeyaz köpüklerle aşağıya dökülen bir şelale gibi sonsuz bir akış olduğu gerçeğidir. Durup dinlenmeye fırsat yoktur çoğu zaman, siz durduğunuzda hayat durmaz, sular sizi sürekler, ama çoğu zaman sizin istediğiniz yöne doğru değil. Eğer kendinizi suların akışına bırakmış ve hayata teslim olmuşsanız gitmek istediğiniz yere değil, akışın tesadüfi olarak sizi götüreceği yere gitmeye de razı olmuşsunuz demektir.

Çoğu zaman hayat bizden önde gider, onu kaçırır ve yetişmek için olağanüstü çaba harcarız. Bazen yetişiriz, bazen de yetişemeyiz ve arkadan ağır ağır takip ederiz onu. Kaçırmışızdır onu artık ve işin ilginç yanı bu durumu da kolaylıkla kabullenmişizdir. Çünkü hayata eşlik etmek, sürekli mücadele, emek ve sabır ister. Ama teslim olmak ve bir şeylere tabi olarak yaşamak, nefes almak kolaydır. İnsanların çoğunluğu bu yüzden ikinci yolu tercih eder.

Bazen olayların hızlı gelişimiyle tutulur kalırız, sanki bir romandaymışız gibi. Sonradan da ‘niye şunu söylemedim, niye şöyle davranmadım’ diyerek kendimize kızarız. Ama hayatı dakikası dakikasına önceden planlayamıyoruz, düşünmek planlamak başka, ama yaşamak daha farklı. Düşünmek bir duruş, yaşamaksa bir akış. Belki sonradan farkına varmamız bile gelecekteki davranışlarımızı etkileyebilir. O da sorgulamanın bir aşamasıdır bence.

***

Her zaman her şeyi doğrudan insanlara söylemek dürüstlük anlamına gelmez. Böyle bir insan tanımıştım arkadaşları ve onların ürettikleri ile ilgili düşüncelerini ille de onlara söylemek zorunda hissediyordu kendisini. Ve bunu da dürüst olmak adına yapıyordu. Ama insanları çoğu zaman gereksiz yere kırdığının farkında değildi. Çünkü aslında dürüstlük bu değildi. Bazen bazı şeyleri gerçek de olsalar görmezlikten gelmemiz gerekir, örneğin bir arkadaşınızın yazdığı bir şiiri ya da öyküyü okudunuz diyelim. Bunun size göre kötü bir edebiyat olduğunu düşündünüz. Ama bunu ille de ona söylemek ve onu kırmak dürüstlük anlamına gelmez. Övmenize de gerek yok belki, ama en azından daha dolaylı yanıtlar verebilirsiniz. Ya da bazen ‘iyi olmuş’ deyip geçeriz, bu dürüst olmamak anlamına gelmez. İnsanları kırmamak, onlara özenli davranmak anlamına gelir. Sonuç olarak ne siz bir edebiyat otoritesisiniz, ne de arkadaşınız dünyanın en iyi şairi ya da yazarı.

Dostoyevski’nin “Ecinniler” adlı romanında şöyle bir cümle vardır: “Asla! Dürüst olmalıyım… onur… görevim… ona her şeyi… her şeyi itiraf etmezsem… ölürüm!”[2]

İşte bu tür insanlar düşüncelerini ve hislerini karşı tarafa olduğu gibi, bütün çıplaklığıyla anlatmadan rahat edemezler. Çoğu zaman da gereksiz bir eylemdir bu aslında.

 ***

 “Ama bence bütün bunlar son derece doǧal: insanlar birbirlerine zulmetmek için yaratılmışlardır çünkü.”[3]

Çoğunlukla çektiğimiz acının,derdin büyük bölümü bir lokma ekmekten kaynaklıdır. Bir lokma ekmek için her şeye katlanırız. Dostosyevski’nin bir kitabında şöyle bir cümle vardır.

“Generalin evinde yediǧi bir lokma ekmek için katlanmadıǧı hakaret yoktu.”[4]

İşte bu bir lokma ekmek, toplumsal ilişkilerde belirleyici olur bizim üzerimizde. Her şeyi sineye çekeriz bir lokma ekmek için, o bir lokma ekmeğin uğruna köle bile olmaya razıyızdır. Onurumuzu bile hiçe sayar, başımızı öne eğer, bir lokma ekmeğimizi yer ve susup yaşar gideriz.

“Ezilmekten kurtulan aşağılık bir insan, bu kez başkalarını ezmeye başlar. Şimdiye dek ezmişlerdi Foma’yı. Şimdi de o başkalarını ezme gereksinimi duyuyordu. Alay etmişlerdi onunla, şimdi de kendisi alay ediyordu başkalarıyla. Bir soytarıydı eskiden, soytarılıktan kurtulur kurtulmaz soytarı sahibi olma gereksinimi duymuştu. [5]

Ezilenlerin psikolojisi de budur. Aslında iktidarın doğasından kaynaklıdır, kime verirsen o bir anda iktidarın cazibesine kapılır ve daha güçsüz olanı, tahakkümü altında olanı ezmek ve onu istediği yöne sevk etmek için acımasızca kullanır bu makineyi. Dünün ezileni bugünün zalimi olabilir denildiği ve tarihte bolca örnekleri de görüldüğü gibi.

 ***

İnsanlara karşı da genellikle ikili bir tavır içerisine gireriz: onları ya olduğundan daha küçük görürüz ya da daha büyük.

“Sıradan” olan, ama aynı zamanda akıllı olan bir insan (“akıllı sıradan” diyelim buna), kendini bir an (geçici olarak ya da hatta ömrü boyunca) özgün bir kişi ya da bir deha olarak görse bile. yüreǧinde, kendisini zaman zaman tam bir umutsuzluğa götürecek bir kuşku kurtçuğunun kalmasını önleyemez. Öte yandan gerçekliğe boyun eğmesi durumunda, tüm benliğinin kibir denen zehirle zehirlenmesi kaçınılmazdır.”[6]

Kendimizi o kadar abartırız ki bazen farkına bile varmadan, bir dahi olduğumuzu bile düşünmeye başlarız.

Belki de hayatın en zor şeylerinden birisi insanın kendisini bilmesidir. Hemen hepimiz kendimizi gözümüzde olduğumuzdan çok daha fazla görürüz. Bazı özelliklerimizi öne çıkarır ve kendimizi değerlendirirken ne kadar vazgeçilmez, değerli ve yetenekli bir insan olduğumuzu söyleriz kendi kendimize. Ama bize gereken önem ve değeri göstermiyorlardır. Bu yüzden kırılmış gibi yaparız kendi kendimize çevremizdeki insanlara. Çevremizdeki insanları ise ruhu duymaz bu tavırlarımızı çoğu zaman fark etmezler.

Dostoyevski”nin “Netoçka Nezvanova” adlı kitabında  klarnet çalan üçüncü sınıf bir müzisyen olan Yefimov’un öyküsü anlatılır girişte. Bu kişinin, kendisine miras olarak bir keman kalmıştır. Adam,  o saatten sonra çevresindeki kimseyi ve içinde bulunduğu ortamı beğenmez. Kendisini çok daha iyi ortamlara layık görür ve çevresindeki insanlara sanki kendisi dünyaca ünlü ve eşi bulunmaz bir keman virtüozüymüş gibi davranır. Yefimov, Petersburg’a giderek layık olduğunu düşündüğü büyük orkestralarda çalmayı hayal eder. Ama yıllarca taşradaki üçüncü sınıf müzik gruplarından başını kaldıramaz.

“Bir kere de, B.’ nin keman çaldıǧı gece başka bir kemancıya gereksinim doǧmuş; Yefimov’a birlikte çalışmayı önerdi. Adam bunu bayaǧı bir aşaǧılama saydı. Sokak gıygıycısı olmadıǧını onun deǧerini anlayacak durumda olmayan esnaf güruhu karşısında keman çalmakla B.’nin yaptıǧı gibi küçülmeyeceǧini, soylu sanatına yere düşürmeyeceǧini arkadaşının yüzüne haykırdı. Öteki, karşılık vermedi, gitti.”[7]

Kendini bilmek, tanımak ve daha sonra kendini geliştirmek…

Aslında yalnızca kendimize karşı geliştirmeyiz bu abartılı tavrı. İnsanlara karşı da genellikle ikili bir tavır içerisine gireriz: onları ya olduğundan daha küçük görürüz ya da daha büyük. Bu ikili yaklaşım da değişebilir, yukarıda gördüğümüz birisini hemen aşağıya indirebilir, ya da aşağıda gördüğümüz birisini yukarıya çıkarabiliriz. Ama yanlış ve eksik olan temel şey şudur davranış ve düşüncelerimizde: kişileri olduğu gibi göremeyiz, böylece onları da gerçek anlamda tanımaktan uzaklaşmış oluruz.

Ancak kendisini bilen, kendisini tanıma yolunda çaba sarf eden insanlar çevrelerindeki ikili ilişkilerde bulundukları insanları  da tanıma ve anlama çabası içinde olurlar ve daha değerlendirmelerinde gerçekçidirler .

Kendini bilmek… Bu kelime üzerinde dönüp dönüp düşünmemiz gerekir.

 

Erol Anar

Temmuz 2017

Santa Catarina-Brezilya

 

Dipnotlar

[1] Dostoyevski: “Budala”, İletişim Yayınları, 8. Baskı, 2010, İstanbul, s. 463.

[2] Dostosyevski: “Ecinniler”, Timaş Yayınları, 2014, s.16.

[3] Age, s. 464

[4] Dostoyevski: “Stepançikovo Köyü ve Sakinleri”, İletişim Yayınları, 2. Baskı: 2010, İstanbul, s. 9.

[5]  Age, s. 17.

[6] Age, s.538.

[7] Dostoyevski:”Netoçka Nezvanova”, Varlık Yayınları, 5. Basım: 2004, İstanbul, s. 14.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu