Ego, yani Latince Ben…Hepimizin içinde bir yerde sessiz sedasız bekleyen ve olmadık anlarda ortaya çıkan bir canavar. Üstelik bu öyle bir canavar ki ehlileştirilebilinir ama asla öldürülemez. O biz doğduğumuz anda öğrendiğimiz ilk şey ve ölene kadar da bizimle kalacak. Bu konuda uzman psikolog Bahar Turunç’un yazısında tanıyalım bizi tanrılaştıran egolarımızı…
“Dünyada yaşayan her insan tanrı olduğu ve reddedildiği inancını taşır. Egonun ilk öğrendiği değişime dirençli bilgisi budur.
Karnı acıkan, çişi gelen, dokunulmak isteyen, üşüyüp –terlemeye sinirlenen ve hemen bunların giderilmesini ve bedensel rahatlığa kavuşmaya istekli bir bebek olarak dünyaya geldiğimizde, sadece egomuz vardır.
Dünya ile ilk tanışıklığımızda algıladığımız kendi bedensel duyumlarımızdır. Bu duyumlardaki haz ve rahatsızlıkların giderilmesi ile hiç bilmediğimiz bir ortamda ilk bilişsel kavramlar oluşur. Bedensel ihtiyaçlarımıza hizmet eden insanların olduğunu anlamamız zaman almaz. O insanlar ki, her çağrımızda- bu çağrı genelde bağırarak ağlama şeklinde olur- istediklerimizi yerine getirirler.
Bu koşullarda günden güne gelişirken, tanrı olduğumuz inancı yapılanmaya başlar. Her isteğimizi yerine getiren hizmetkarlarımız vardır, sadece istemek yeterlidir. Çevresel koşulları ayarlatırız. Sıcak yaz gününde pencereleri kapattırırız, banyo suyumuz tenimize uyan sıcaklıkta olmalıdır, istediğimizi yapmak için vardır bu kalabalık. Şüphesiz biz tanrıyızdır. Ben tanrıyımdır…
Elbette kavramları bilmeyen bir bebek için tanrı olma düşüncesi şu şekilde nitelenebilir; Tek kural koyan- emir veren benim, çevremdekiler sadece benim dediklerimi yerine getiren varlıklar, çünkü ben farklı- özel ve önemliyim, ben tekim.
Henüz çevresindeki varlıkların türünü, görünümünü algılamayan bebek için geçen zamanla bazı detaylar değişmeye başlar. Çevresindeki varlık hizmetkarların şekillerini tanıyıp tam memnun olacakken, hizmetkar halkta küçük itaatsizlikler başlar.
Ağlayışlarında her istediğini yapmadıkları gibi, bazı davranışlarına engel koyar, kulağa hoş gelmeyen tonda sesler çıkarmaya başlarlar. Ardından yemeğini vermeyi bırakıp, bu işi kendinin yapmasını isterler “Bunu tut buraya götür” diye bir şeyler söylerler, sonra çişini altına yapmaması için onu uzun bir yolda farklı yerlere götürürler, tüm bunlar zahmetli işlerdir ve bu konuda becerisi de yoktur, pek başarılı olamaz başlangıçta, siz yapın diye bağırmanın faydası da olmaz, hizmetkarlar direnirler.
Bebek bu direnişe tam anlam biçecekken yeni isyanlara kalkar çevredeki emektarlar. “İstediğin her şeyi yapamazsın, yemeğini dökmeden ye, şimdi oyun vakti değil, hayır onu yiyemezsin” demeye başlarlar.
Onlar kimdir ki her istediğini yaptırabilen, özel- farklı kendine isyana başlamışlardır… Açıkça tanrılarına isyana geçmişlerdir. Hemen yola gelmeleri gerekmektedir. Ego tanrılığını unutturmamak için ağlar bağırır, olmadı mı, düşmana dönüşen bu isyankarlara karşı değişik soğuk ve sıcak savaş taktikleri kullanır.
Kendini acındırma, küsme, sevgisini çekme, soğuk davranma… Her yol denenir bu zavallı halkı yola getirmek için… Fakat sonuç aynıdır, değişim olmaz.
Bebeklikten ilk çocukluğa geçildiğinde korkunç gerçekle yüzleşilir, onun tanrı olduğu kabul edilmediği gibi tapanlar da azalmıştır. Yıllarla çevresel uyum, yaşam koşulları, davranışlar öğrenildikçe süperego (çevreye uyumlu özben)*, id (ben- kimlik)* oluşur ve her biri aralarında dengelenir. Yaşam çevre içindeki rollerle anlam kazanmaya başlar.
Ancak kimlik edinmeye başlayan, sosyal çevreye uyumu anlayarak gelişen – erginleşen bireyde ilk edinilen bilgi, yani ego hep vardır. En kırılmış hali ile ve isyana hazır bir devrik kral gibi bilincin her köşesinde saklanmış olarak beklemektedir.
Sürekli “Ben tanrıydım, önemsemediler beni” der. Ve kendine tapılması için veya tapılmama kırgınlığı ile ilgili değişik senaryolar yazar…
Bu anlatım masalsı gibi gelse de, kişinin bilinç işleyişi böyledir. Ego kırgın bir tanrıdır, üzgündür, sinirlidir, insan en unuttuğunu sandığı anlarda bile, her an hakimiyeti ele geçirmeye çalışan bu yanını hep taşır;
– Bana bunu yapamazlar…
– Daha çok şeyi hak ediyorum…
– Onlar da kim ki…
– Ben herkesten farklıyım, anlaşılmıyorum…
– Bu insanlar ne kadar akılsız…
– Her şey benim olmalı...
Bu sözleri tüm dünya insanlarının egosu söyler. Ya da bir şeyler yapar- hisseder insanlar;
– Biri egosu ile kitleleri yok edip işkence yapabilir, güç bende demek için.
– Diğeri egosu ile herkesi dolandırabilir, en akıllı-zengin benim demek için.
– Bir başkası egosu ile iyi işi veya sevgilisi olan arkadaşını kıskanabilir.
– Diğer bir öteki çok sevdiği bir şeyi elde edememekten kırgınlık duyabilir.
Buradaki davranış dereceleri farklı görünse de, temelde yatan inanç aynıdır; Ben tanrıyım, benim olmalı hepsi…
Diğer yanda burada anlatılan ortalama bireyin gelişim portresidir, buna toplumsal- bireysel farklılıklar, gelenekler gibi detaylar eklendiğinde, durum daha da karmaşık bir hal alır. Konumlar, sokağa bırakılmış bir bebek, malikanede doğmuş bir bebek, Doğu Anadolu `da 7 kız çocuğun üstüne dünyaya gelen erkek bebek şeklinde çeşitlenirse tabii ki egodaki tanrı inancı düzeyinde farklılıklar olacaktır. En azından bu inanca duyulan güvenin yoğunluğu ve süresi açısından.
Ancak ortalama göz önüne alındığında, yaşamla ilk tanışıklıktaki ben tanrıyım inancını her birey farklı oranlarda taşıyacaktır, en zor koşuldaki örneğin terk edilmiş bir bebeği bile alıp sarılan, mama veren, altını değiştiren biri- birileri olacaktır. Çok az, az, çok, çok fazla da olsa…
Tüm bunlar dikkate alındığında dünyaya gelen insanın bedensel – zihinsel anlamdaki gelişim sürecinde tanrı olduğuna inanması ve sonra sen sıradansın denmesindeki kızgınlığı kadar doğal bir süreç olamaz gibi görünüyor.
İşte yaşam sürecinde insanlar ellerinden zorla alınan tanrısallığı göstermek için, egolarının yoğunluğu- oranı yönünde daima bir şeyler yaparlar. Kimi daha az, kimi daha göze batıcı, ama bunu her birey yapar.
En pahalı markayı giymek, en yakışıklı erkek ya da kadın benim olacak demek, ardı ardına erkek çocuk doğurmak, yapılmayanları yapmak, para ile her şeyi satın almayı istemek, başka ülkeleri işgal etmek, yaptırır da yaptır ego…
Şekli- yaşama yansıması- görüntüsel boyutu ne olursa olsun, gerçekte her bireyin yaptığı tek şey vardır “Unuttunuz ben farklı- özel ve güçlüyüm” deme güdüsü…
Birbiri arasında okyanuslar kadar fark var gibi görünse de, bir komutana başka bir ülkeyi istila ettiren güdü ile erkek çocuğun önem taşıdığı bir yörede erkek çocuk doğurmayı isteyen kadının güdüsü aynı kaynaktan çıkmaktadır.
Ortada tek durum vardır, o başı boş kalmış kızgın, kırgın ego ya tüm hücrelere sızarak düşman gibi ortaya çıkmayı bekleyerek bir kasırgaya dönüşecek ya da kontrol altına alınıp durgun akan bir su olacaktır. Bu ise kişinin kimliği hakkında bilgi edinmesi, kişisel farkındalığın artması ile paralel gelişmektedir.
İşte egosuyla ilgilenenlerin yaptıkları o çılgın isyankarı ikna etmekten, durgun bir suya dönüştürmekten ibarettir… Ancak bunu uç boyutlara vardıranların da yaptıkları bir hata vardır. “ Egomu yok edeceğim” demek... Egonun tümden yok olması, insan bedeninin ölmesi ile mümkündür, çünkü o bedenin dünya ile tanışıklığı ile oluşan bir yapılanmadır. Bu nedenle ego ehlileştirilebilir, ama yok edilemez. Yontulan ego, yaşamda oluş biçimini yumuşak bir tavırla sergilerken, hiç törpülenmeyen ego illa her şey benim hakimiyetimde olacak diyebilir.
Sonuçta her birimizin tanrı olduğumuza inancımız sonsuzdur, sadece nasıl bir tanrı olunacağı hakkında kendini eğiten veya eğitmeyenler vardır ya da farkında olan ya da olmayanlar. Ego hep ister, hep başkalarından daha çok şeyi olması gerektiğine inanır, çünkü o diğerlerince unutulmuş bir tanrıdır ama kendi tanrı olduğunu hiç unutmaz…
* Ego- süperego- id yaygın kullanım olduğundan anlaşılırlık açısından böyle yazsam da, her kelimenin Türkçe karşılığı bulunmaktadır.
Bahar Turunç