Güncel

En Zor İnsanlık Sorusu: Suriye

Suriye’de insanlık trajedisi her geçen gün dayanılmaz boyutlara erişiyor. TV ekranlarından, YouTube’dan yayılan akıl almaz vahşet görüntüleri tüm dünyayı şoke ediyor. Kanlı iç savaş, Türkiye’yi ve bölge ülkelerini içine alabilecek sınırsız bir şiddeti körüklüyor. Sayıları yüz bine ulaşan mülteciler Hatay’dan Anadolu kentlerine yayılıyor. Hükümet bir an önce müdahale istiyor, ama tüm Batı kamuoyu ve hükümetleri bu konuda isteksiz. Putin’in önerisiyle Suriye’nin kimyasal silahlarını bırakması gündeme geliyor. Putin, Obama’yı bu hamlesiyle köşeye sıkıştırıyor ve liderlik bayrağını ele alıyor. Obama’nın ve ABD’nin prestiji dibe vuruyor. Erdoğan, rejimin katliamlarına son verilmesi için müdahalenin bir insanlık vazifesi olduğunu söylüyor. Suriye muhalefeti Batı’yı kendilerine sırt dönmekle suçluyor. Türkiye müdahaleyi isteyenler ve müdahaleye karşı çıkanlar olarak ikiye bölünüyor. Dışardan bakıldığında tablo bu.

Yakın tarihteki hiç bir sorun, Mısır bile, Suriye kadar çetrefilli bir mesele olmamıştı. Maalesef Türk kamuoyu, birçok konuda olduğu gibi taraf olmanın kolaycılığına kapılıp, derinden anlama çabası gerektiren Suriye’yi doğru okuyamıyor.

Ülkenin dinamiklerine yakın bir bakış, iç savaşın başından beri Esad’ın kısa sürede gideceğini savunmanın içi boş bir argüman olduğunu gösteriyor. Suriye, Mısır, Libya gibi diktatörlüklerden milliyetçilik duygusu gelişmiş,  “Suriyeli” bir ulusal kimliğin olmasıyla farklılıklar gösteriyor. Nusayriler, Sünniler, Hristiyanlar, Kürtler ve Dürzilerden oluşan kentli, eğitimli sınıfların hakimiyetindeki çok mezhepli toplumsal yapı, Baasçıların taviz vermez otoriter sekülerliği sayesinde, bir arada yaşama kültürünü diğer Arap ülkelerine kıyasla canlı tutmayı başardı. Kentli kesimin dışında, Bedeviler ve kırsal kesimde yaşayan köylülerin toplumsal etkinlikleri ise son derece zayıf.  Nusayriler iktidarı elinde tutsa da, kentli, zengin, güç sahibi Sünnileri, Hristiyanları ve diğer mezhepleri kapsayarak bir anlamda ekonomik tabanı olan bir ittifak kurarak iktidarlarını sağlamlaştırdılar.

Başka bir açıdan Lübnan’da Hizbullah, İsrail-Filistin, ilişkileri, Irak’taki Şii nüfus, Kürtlerin varlığı, Şii İran ve Rusya ile müttefiklik, Suriye’nin jeopolitik konumunu dikkate alınması gereken bir unsur haline getiriyor. Toplumsal koalisyonun, Sünni Suudiler tarafından silahlandırılan El-Kaide ve benzeri radikal İslamcıları kendi varlıklarına, tarihsel arka planı da olan, bir tehdit olarak görmesi ve bu hassas jeopolitik durum, rejimin tüm dış baskılara karşı dayanıklı olmasını sağlıyor. Ekonominin kendine yeter bir yapıda olması, uluslararası ticaretle bağlarının zayıf olması, ambargoların etkisini minimize ederken, savaşa rağmen devlet hizmetlerinin ve mekanizmasının aksamadan sürdürülmesi de Esad rejimini ayakta tutuyor. Muhaliflerin bölünmesi de bu dayanıklılığa katkı sağlıyor.
Tabii ki, Suriye’nin Irak gibi zengin doğal kaynaklara sahip olmaması Batı’nın müdahale isteksizliğinde bir etken. Ama asıl mesele, Batı’nın Libya ve Mısır deneyimlerinden sonra, Suriye’deki karmaşık ortamın tüm bölgeye yayılabilecek bir mezhepler savaşı bataklığı olduğunu kavramalarında yatıyor. Ayrıca, iç savaşın başından bu yana, Suriye’nin tüm dünyadaki El Kaide benzeri radikal İslamcıların buluşma noktası haline gelerek, uluslararası İslamcı terörün, Afganistan örneğini kat be kat aşan, bir potansiyeli barındırmasını da akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Muhaliflere destek vermenin ülkeye demokrasi getirmeyeceğini artık herkes kabul ediyor. Irak işgalinin Amerikan toplumunda yarattığı travma ve aradan geçen on yılda ABD kamuoyunun askeri müdahalelere karşı ciddi bir tavır alan sosyolojik değişimi de müdahaleyi zorlaştırıyor. Arap Baharı’nın kaos, şiddet ve radikalizme yol açması, son halka Suriye’nin sonu gelmez bir karmaşaya bürünmesi, tüm dünyaya gerçeğin karanlık yüzünü gösteriyor. Hepsi bir Batılı sömürge olan bu ülkelerde hiçbir halk, kendi rejimini, Batı’da olduğu gibi kendi elleriyle kurmadı. Başa gelen otoriter rejimler  – Türkiye’de de olduğu gibi- halka bir kimlik, bir ideoloji giydirdi. Bir diğer deyişle, toplumsal yapı hep tersine bir akış izledi. Bu ters yapıyı anlamadan, demokrasi gibi Batılı kavramlar hep boşlukta kalmaya mahkum oluyor. Kısacası otoriter diktatörler, tarihsel ihtilafları barındıran çok mezhepli yapıları cebren bir arada tuttu. Ne zaman ki diktatörlükler çökmeye başladı, Pandora’nın kutusundan tarihsel çatışmalar, nefret dolu bir şiddetle ortaya saçılmaya başladı.

Suriye’deki bu tablo Esad’ın olumlanması anlamına da gelmiyor. En ufak bir sivil direnişe, politik herhangi bir eleştiriye tahammülü olmayan, henüz kanıtlanmasa da, kendi halkına kimyasal saldırı dahil her türlü katliamı gözünü kırpmadan uygulayabilen bir rejim var karşımızda.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nda askeri müdahaleyi Rusya ve Çin’in veto ettiğini, dolayısıyla müdahalenin yasal bir zemini olmadığını da dikkate almak gerekiyor. Ancak, şimdi yasal olmayan müdahaleden vazgeçildiği, ama Suriyeli sivillerin rejimin katliamları karşısında çaresiz bırakılmasının getirdiği ahlaki sorumluluğun tartışıldığı bir döneme giriyoruz. Yasal olmayan, ama ahlaki olanın yerine getirilmesi ise kamuoylarının demokratik desteğini almaktan geçiyor. Bu açıdan müdahale isteyen Obama’nın Kongre desteğini araması önemli bir gelişme. Her ne kadar ilk bakışta, Suriye krizinde ABD ve Batı inisiyatifi Rusya’ya kaptırmış gözükse de, kamuoylarının sesini dinlemeye başlamaları evrimsel bir adım olarak görülebilir.

Esad’ı yerinden edecek bir çözümün imkansızlığını ABD de isteksizce de olsa kabul ediyor. Sivilleri koruyacak tek çözüm ise silahlanmanın durması ve ateşkesin sağlanması. Esad’ı devirme umuduyla muhaliflerin silahlanması, daha fazla kanın akmasından başka bir şeye yaramıyor. Suriye’nin Putin’in önerisiyle kimyasal silahlarını teslim etmeyi kabullenmesi ise siviller lehine olumlu bir adım. Esad’ın ilk defa kimyasal silah stokunu kabullenmesi ve plana uyacağını açıklaması, bir yanıyla da pasif kalan ABD ve dolayısıyla İsrail’i rahatlatacak bir gelişme. Diğer taraftan Esad’ın tarafları oyalayacağı ve kimyasal stoklarının sadece bir bölümünü teslim edeceği gibi bir oyun peşinde olabileceği de uzak bir ihtimal değil. Ancak, her şeye karşın, çözümün ABD, Batı ve Rusya arasında İran ve Türkiye’yi de kapsayan bir uzlaşmadan geçtiği, böylece elinden kimyasal silahları alınmış Esad’ı, müdahale kartını diplomatik hamlelerle oynayarak, muhaliflere karşı şiddetten uzaklaştırmaktan başka yol yok gibi gözüküyor. Ancak bu sürecin işlemesi için de muhaliflerin silahlandırılmasının da durması gerekiyor. Yine de her şeye karşın, bu karmaşık satranç oyununda, en kötü hamleleri Türkiye’nin yaptığı her geçen gün daha aşikar hale geliyor. AKP süreci tamamen yüzeysel bir şekilde okumanın bedelini, son gelişmelerden sonra Suriye’de temel aktörlerden biri olmaktan çıkarak ödüyor. Ayrıca Rusya ve İran’la arasını kötüleştirdiği gibi, Batı’dan da beklediği sempatiyi, Sünni İslamcılara koşulsuz desteğinden ötürü, alamıyor ve Ortadoğu’da iyice tecrit oluyor.

Ahmet Buğdaycı (ahmetbug@gmail.com)

New York’ta yayınlanan Posta212 adlı gazetede köşe yazarı olan Ahmet Buğdaycı, sosyal, ekonomik araştırmalar ve trend analizleri üzerinde uzmanlaşmıştır.

Yazarın www.dunyalilar.org’ta yayınlanan diğer yazıları

Kendisiyle Yüzleşemeyen Bir Ülke

Siber Savaş Adım Adım Geliyor

Mısır Aslında Bizim Hikayemiz

Kimsenin Birbirine Güvenmediği Bir Ülke

Ey Gezici Arkadaş İktidara Nasıl Gelirsin?

Gezi Partileşirse Ne Kadar Oy Alir

İslam Demokrasi Mısır Türkiye ABD

Gezi Kamuoyu Aktörlerini Nasıl Teşhir Ediyor 

Gezi Direnişini Laik CHP Analiziyle Açıklamanın Tarihsel Yanlışlığı

Amerika Düşünce Kuruluşları Gelişmeler İçin Ne Diyor?

Dünyadan Türkiye Nasıl Görünüyor 

Big Brother Değil Big Data İnternet Kayit Altında

Mısır’da Sorunun Kökeni Ulusal Kimsizlik 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu