Sabah, buzdolabı motorunun alıştığım sesi ve arada buz kırarken çıkardığı tangırtı dışında, farklı bir sesle uyandım. Birtakım mırıltılar, hafif gülüşmeler, çay kaşığı şıngırtısı karışımı bir ses topağı… Ara kapıyı açıp salona geçmemle birlikte masalardaki yüzler bana çevrildi. Masalar dedim, değil mi? Gece üzerine kıvrılıp televizyona baktığım kanepe dahil evin bütün mobilyaları kalkmış, yerine ferforje masa ve sandalyeler konmuştu. “Afedersiniz Karin Hanım” dedi bir ses ve burnumun dibinde beliren, üzeri yiyecek-içecek dolu tepsinin dehşetiyle yana çekildim. Garson, birkaç saat öncesine kadar salonum olan yerde büyük bir soğukkanlılıkla servise girişti. Birkaç müşteri, üzerimdeki ayılı pijamaya bakıp gülümsedi.
Garsona, dünyanın en doğal sorusuymuşçasına “Burayı kim işletiyor?” diye sordum. Olup bitenler karşısında “Bu ne? Siz kimsiniz? Evimde ne arıyorsunuz?” gibi soruların hükmü kalmadığını düşünüyordum. Nitekim garson da en doğal haliyle, “Bahar Hanım da sizi bekliyor” diyerek, duvar kenarında ahşap oymalı tumturaklı bir masaya yerleşmiş kadını gösterdi.
Sarı üzerine röfleli, özenle fönlenmiş saçlar, kalem etek, ceket, ipek gömlek, bacak bacak üzerine atmış, kendinden emin bir oturuş, ince topuklu, havalı ayakkabılar… Bir an pijamamdan ve Medusa saçlarımdan utanacak gibi oldum, fakat mekânın evim olduğu düşünülürse, tuhaf olanın ben olmadığıma kanaat getirerek Bahar Hanım’ın karşısına oturdum. “Karin Hanım’cım, biliyorsunuz, Kadıköy’de eski dükkân kiracılarının mekânlarına kafe, restoran açılması eğilimi var” dedi otomat vurgulu Bahar Hanım. “Bilmem mi, her gün çocukluğumun bir esnafı daha yerinden ediliyor. Minicik kasap dükkânı bile kafeye dönüşüyor” dedim dayanamayıp.
Bahar Hanım benimle polemiğe girmek yerine, halihazırdaki acayip durumun içinden ustalıkla sıvışmanın daha isabetli olacağını bildiğinden “İşte bu vesileyle mekân devri süresinden tasarruf etmek üzere, mahallenin eski evlerini içinde yaşayanlarla birlikte kafeye dönüştürmeye karar verdik. Bu yeni türün ilk örneklerinden biri de sizin eviniz. Amaç, müşteriye ev hali doğallığını deneyimleme fırsatı vermek” dedi.
Muhtemelen bu çalışılmış repliklerine daha devam edecekti, ama bir hışım yatak odasına geçip üzerimi değiştirdim ve kendimi sokağa attım. Gayri ihtiyari başımı kaldırıp daireme baktığımda o levhayı fark ettim: ‘Kafe Şipşak – Bir bakmışınız evinize konmuşuz!’
Evi, gıyabında kafeye dönüşmüş bir insan olarak, pıtrak gibi biten bar, pub türevi yerlere oturmam beklenemezdi. Ben de kaldırım kenarına iliştim. Bir yandan gelip geçeni, önümden akıp giden hayatı seyrederken, bir yandan da çantamdaki müdavim defterden kopardığım sayfayı minik parçalara ayırıp kısa cümleler yazmaya giriştim. Bir bütün sayfada da yeni işimi müjdeledim: Yazarından kısa cümleler – sadece 1 TL…
Saatler akıp giderken önümde madeni bozukluklar birikti. Kalkıp bir büfeye girdim. Patso ne kadar? —- 4.5 TL, sosis ilaveli 5 TL. Tek sosisli ne kadar? -3 TL. Avucumda ısınmış üç parça yuvarlak demiri adama uzattım. Baktım, sosisin üzerine patatesleri yığıyor. Hınzırca gülümseyerek, “Patatesler de müessesenin ikramı” dedi. O patatesler ne zamandır yediğim en leziz şeydi.
Akşam oturduğum banka yaşlıca bir adam geldi. Arkasında sürüdüğü minik valizden, her tür hava şartına maruz kalmaktan sertleşmiş cildinden sokakta yaşadığı belliydi. “Fazla sigaran var mı hanım kızım?” dedi, verdim hemen. Sonra ne ettiğimi sordu. “Yazarım” dedim. Nerede yaşadığımı sordu. “An itibariyle sokakta” dedim. “Zaten kaybolmuş gibi bakmandan belliydi” dedi. Akabinde de faydalı tavsiyelerde bulundu: “Sakın gece bankta yatayım deme. Her yerin tutulur. Ben şu köşedeki boş binanın girişindeyim. Gece için sana temiz mukavva ayarlarım. Bir de yorgan, battaniye gibi bir şey bulsak üstüne, tamam. Sonrasına bakarız.”
Akşam koyulaşırken rastgele bir köşeye bırakılmış gazeteyi gördüm. Muhabirleri tutuklanan, davalardan başını kaldıramayan gazetelerden biriydi. Az kalanlardan. Sur’da, Cizre’de, Şırnak’ta evi başına yıkılan halkın isyanıyla doluydu sayfalar. “Paravanlarla kapatmışlar girişi. Sokağa girmek değil, bakamıyoruz bile. Ama hep oraya gidiyoruz. Evimizdir” diyordu yaşlı bir amca.
Doğduğu yerden sürülen, ölülerini gömemeyen, kendi olarak yaşamasına izin verilmeyen, bu uğurda günlük hayatı, kuşaklar boyu varoluş mücadelesiyle geçiren bu insanları yanımdaymışlar gibi hissettim. Usulca o metruk binanın altındaki boşluğa yöneldim. Yaşlı adam uykuya dalmıştı. Yanı başında bana ayırdığı mukavvayı ve yorganı gördüm. Açılmış iki büyük koliden müteşekkil döşeğime uzanıp yorganı üzerime çektim. Bir an için kimsesizliğimi unuttum. Tekrar hatırlamadan da uyumuşum.
Karin Karakaşlı
karinkarakasli@agos.com.tr
Dünyalılar (www.dünyalilar.org)