Türkiye’de 70’li ve 80’li yılları çocuk olarak yaşayanlar, eğer anne-babaları devrimciyse, yaşıtlarından farklı bir hayatın içinde büyüdüler. Düşleri ve oyunları bile bu kimlikle şekillendi dense yeridir. Ebeveyninin, dünyayı değiştirmek ya da en azından ülkelerini daha yaşanabilir bir yer kılmak adına verdikleri mücadelenin birinci elden tanığı olan bu çocuklar, anne babalarını, bir düşle paylaşmak zorunda kaldılar. Gözaltılar, cezaevleri ve yitip giden sevdiklerinin acısıyla, yaşıtlarından önce büyüdüler.
Julie Gavras imzalı Fidel’in Yüzünden’se (La Faute à Fidel!) aynı dönemi Fransa’da yaşayan çocukların hikayesini beyazperdeye taşıyor.
İspanyol göçmeni bir avukat baba ile Marie Claire dergisine yazılar yazan Fransız annenin kızı olan dokuz yaşındaki Anna, küçük erkek kardeşinin tüm yaramazlıklarına rağmen Kübalı dadısı Pilomena ve ailesiyle birlikte mutlu bir hayat sürmektedir. Bu sırada İspanya’daki halası, kocasının Franko rejimi tarafından öldürülmesi üzerine küçük kızıyla birlikte Anna’ların evine sığınır. Bu beklenmedik misafirin gelişi Anna’nın hayatını eski haline dönmemek üzere değiştirecektir. İspanya’nın aristokrat ailelerinden birine mensup olan Anna’nın babası, feodal geçmişinin nimetlerini reddederek Fransa’ya geldikten sonra, geride bıraktığı ülkesindeki Faşist rejimi de unutmuş görünmektedir. Dul kalan kızkardeşinin yeniden hayatına girmesiyle ideallerini hatırlayan ve bunlar için mücadele etme kararı alan genç baba, karısıyla yaptığı Şili seyahati sonrasında tamamen farklı bir insana dönüşür. Bir anda ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını sorgulamaya başlar. Kendilerini işlerine kaptırmış, iki çocukla kendi ebeveynlerinin hayatlarını kopyaladıklarını fark eder. Eski düşüncelerini, dünya görüşlerini ve hayallerini hatırlayan çift, yavaş yavaş sosyalist bir yaşam tarzına geçiş yapar.
Önce kaldıkları evi terk edip daha mütevazı bir eve taşınan karı koca, mesleklerini de bırakarak, Allende’nin seçim kampanyası ve kadın hakları için çalışan birer aktivist oluverirler. Anna, gözleri önünde gerçekleşen bu değişimden hiç de memnun değildir, çünkü bahçeli evlerini terk edip, küçük bir daireye tıkılmış, Castro düşmanı dadısı Filomena’dan ayrılıp Yunan göçmeni bir bakıcının kollarına bırakılmıştır. Bütün bu değişimin sorumluluğunu eski dadısı Filomena’nın deyimiyle “Sakallı komünistlerin” varlığına bağlayan Anna, bütün bildiklerini sorgular hale gelmiştir. Artık babası rahibelerin ders verdiği Hıristiyan okuluna gitmesini istememekte ve “faşist” olarak nitelendirdiği Mickey Mouse’u okumasına karşı çıkmaktadır. Sık sık değişen bakıcılarının da etkisiyle Anna’nın kafası iyice karışacak ve izleyiciyi, hüzünle tebessümün bir arada yaşandığı duygusal bir yolculuğa çıkaracaktır.
Film boyunca Anna çevresinde gelişen olayları anlamlandırmaya çalışır ve paylaşmak, başka kültürleri, dinleri tanımak ve onları kabul etmek, sorgulamak ve sürüye dâhil olmamak gibi kavramları tanıyıp, anlayıp hissettikçe, itiraf etmek istemese de yeni yaşamından keyif almaya başlar.
Dönemin siyasal olayları gelişirken olaylar ve insanlar onu etkilemeye başlar. Bu sırada Anna’nın küçük erkek kardeşi Anna’nın aksine yeni olan her şeyden keyif alıp ve kabullenmektedir. Anlamaya çalışmaz sadece yeniliklerden keyif almaya bakar.
Sonuç olarak filmde Fidel’in yüzünden Şili’de yapılan darbe zamanını; kadınların kürtaj hakları için mücadele ettiği, insanların dünyanın daha iyi bir yer olması için romantik ve idealist duygularla dolduğu bir dönemi, iki küçük çocuğun gözünden sıcak, keyifli bir üslupla bize sunuyor ve düşündürüyor. Dönemin ruhunu hissederken Anna ile beraber onları daha iyi anlıyoruz.
Filmin fragmanını izlemek için:
Dünyalılar