Oba, oymak, yurt yeri, hatta çadır ve göç gibi kavramlar artık unutmaya başladığımız kelimeler. Aslında hepimizin aşina olduğu ya da başka türlü anlamlarda kullandığı bu sözcükler, daha çok geçmişimizdeki yaşam tarzımızla ilgili. Zira, kültürümüzün temelinde göçebelik olunca bunlar da onun bir parçası oluyor haliyle. Bizler göçebeliği terk edeli uzun yıllar oldu ama, içimizden birileri zamana inat bu geleneği sürdürüyorlar.
Yörükler : Onlar göçebeliğin günümüzdeki temsilcileri. Hayvanlarına daha iyi otlaklar bulmak amacıyla mevsimler boyu göç edip duran topluluklar… “Yörük” kavramının ortaya çıkışı ve kaynağı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmekle birlikte, 12-13. yüzyıllardan sonra Türklerin hızla göçebelikten yerleşik hayata geçtikleri süreçte, göçebeliği devam ettirenlere Yörük denildiği ve o zamanlardan beri bu adın kullanıldığı görüşü daha çok kabul görüyor. Yakın tarihlere kadar tamamen göçebe veya yarı göçebe bir hayat süren Yörüklerin bugün ekseriyeti yerleşik hayata geçmişler.
Fakat, günümüzde Anadolu’nun çeşitli yörelerinde, hala göçebe olarak yaşayan Yörüklere de rastlanmakta. Ne var ki, şimdilerde onların kervanı da bir tükenişe doğru yol alıyor… Yörükleri, belki her yönüyle böyle bir yazıda ele almak mümkün olmayacağı için, onların sadece sanatından ve Türk sanatına katkılarından söz edelim. Ta ki son kervan göçüp gitmeden…
Yürükler de sanat, onların yaşam biçimine, yani göçebeliğe bağlı olarak gelişmiştir. Bu yüzden ortaya koydukları ve geliştirdikleri sanat unsurları taşınabilir niteliklidir. Bunun da en başında dokuma gelir. Dokumanın Anadolu’da ve Orta Asya’da binlerce yıldır yapıldığı biliniyor. Fakat, halının ilk mucitlerinin Altaylar’da yaşayan göçebe Türkler olduğu bir gerçektir.
Altay Dağları’nda Pazırık Vadisi’ndeki 5 Nolu Hun Kurganı’nda yapılan kazılardan ele geçirilen ve bulunduğu yerden dolayı Pazırık Halısı olarak adlandırılan bir halı bunu ispatlamaktadır. Tarihi tam olarak tespit edilemeyen eser, bulunduktan sonra uzun yıllar tartışmalara konu olmuş, başka kültürlere mal edilmek istenmiş; ancak sonunda kesin biçimde Türk eseri olduğu bilim dünyasında kabul edilmiştir.
Tarihi tam olarak tespit edilemeyen; fakat M.Ö. 5.-3. yüzyıllar arasındaki bir tarihte dokunduğu var sayılan bu halı, hem teknik hem de motif ve kompozisyon açısından bir sanat şaheseridir. Üzerindeki süslemeler Türklerin binlerce yıldır süregelen yaşam biçimine, geleneklerine ve inanışlarına ilişkin önemli ipuçları sunmaktadır. Türk halı sanatının ortaya çıkışında ve gelişmesinde çok önemli katkıları olmakla birlikte Yörükler Anadolu’da genelde kendi ihtiyaçları doğrultusunda düz dokuma çeşitleri üretmişlerdir.
Bugün de küçük yerleşim birimlerinde onların ürettiği kilim, zili, sumak, heybe, torba, çul. çuval gibi dokumalarda yüzyılların dokuma gelenekleri ve motifleri yaşatılmaktadır.
Soğuk kış mevsimlerini arazide geçiren Yörükler için keçenin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Günlük hayatta birçok amaçla kullanılan keçe, özellikle çadırların iç döşemelerinde ve binek hayvanlarının teçhizatında yaygın şekilde kullanılmıştır. Ayrıca çobanların soğuğa karşı korunmak için sırtlarında taşıdıkları ‘kepenekler de keçeden yapılmıştır.
Türklerde göçebelik kültürünün bir ürünü olan keçeciliğin çok eski bir geçmişi vardır. Yine Orta Asya’da Altaylar’daki Pazırık kurganından elde edilen aplike keçeler bunların ilk örnekleridir. Ancak hem Orta Asya’da hem de Anadolu’da o dönemlerden beri keçecilik geleneksel bir sanat haline dönüşerek varlığını sürdürmüştür. Hatta bugün Anadolu’da kimi keçe sanatçıları yaptıkları keçeleri dünyaya tanıtmaya çalışmakta ve eserleri dış ülkelerde çok büyük ilgi görmektedir. Bilindiği gibi, Türklerde çadır kültürü de doğrudan göçebeliğe dayanmakladır. Başka bir deyişle göçebenin evi olan çadır, Türklerde başlı başına bir sanat eseri olarak gelişme göstermiştir.
Dolayısıyla Yürüklerin kullandıkları çadırlar ve onların döşemeleri Türk sanatının gelişmesinde ve birçok mimari yapının şekillenmesinde de ilham kaynağı olmuştur. Diğer bir ifadeyle, tarihi süreç içerisinde göçebe Yörüklerin tamamen yerleşik hayata geçmeleri ile onların taşınabilir nitelikli sanat unsurları mimaride de etkisini göstermiştir. Bunu ayrıntıya girmeden iki tür yapı ile örneklendirmek mümkündür.
Birincisi Türk türbe ve kümbetlerinin çadırlardan kaynaklanan bir yapı türü olduğu tartışması bir gerçektir. Gerek Orta Asya’da, gerekse Anadolu’daki Türk türbe ve kümbetleri incelendiğinde böyle bir ilişki mimarı görünüş itibariyle hemen anlaşılmaktadır. Diğer yandan, öbür dünya inancına ilişkin olarak çadır formunun seçilmesi daha başka anlamlar da taşımaktadır; ki dünya evi olan çadır böylece ahiret evi olan kabre biçimini vermesiyle sonsuzluğa yol alacaktır. Nitekim, ünlü Selçuklu Sultanı Sancar’ın sağlığında Merv’de kendisi için çadır formunda bir türbe yaptırırken, onu “ahiret evi” olarak adlandırmasının bu görüşümüzü teyid ettiğini belirtmek isterim.
Çadırların bir de dünya evine yansıması vardır. Pek az dile getirilmiş olsa da, Türk evinin mekan organizasyonu ve oluşumunda göçebe çadırlarının doğrudan etkisi görülmektedir. Türk evinde, evin ana mekanını oluşturan sofa ile odalar arasındaki ilişki, Yörüklerin yaylalarda kurduğu grup halindeki aşiret çadırlarıyla, onların aralarındaki orta atan arasındaki düzenlemeye benzemektedir.
Burada sofa, çadırlar arasındaki orta alanı, odalar da çadırları ifade etmektedir. Sözünü ettiğimiz mekanların iç düzenlemesine baktığımızda da bu durum açıkça kendini göstermektedir. Şöyle ki; eskiden sofaların bir yüzü dışa açık olarak yapılmıştı. Böylece ev doğayla oldukça yakın bir ilişki içindeydi. Hatta bazı durumlarda adeta onun bir parçası halini alırdı. Odalar dış dünyayla böylesine iç içe olan bu sofaya açılırdı. Onların iç düzenlemesi de tam anlamıyla göçebe anlayışının etkilerinde şekillenmişti. Tıpkı çadırlarda olduğu gibi, bu odalar çok işlevli olarak kullanılırdı.
Geleneksel Türk evinde sofaya açılın odalar, günümüzde olduğu gibi yatak, yemek, çocuk odası şeklinde bölümlendirilmemişti. Onun yerine hemen her odanın içinde oturulabilir, yatılabilir, yemek pişirilebilir, yemek yenilebilir ve hatta yıkanılabilirdi. Bir oda için bu çok işlevli durum oda içindeki çoğu eşyanın taşınabilir nitelikli olmasıyla sağlanmıştır.
Tıpkı Türk evlerinin bu kendine özgü biçimlenişinde olduğu gibi, Türk sanatının bütününe de Yürüklerin katkısı olmuş; göçebeliğin çok renkli, hareketli ve sürekli yenilenen yaşam biçimleri bir ölçüde adeta Türk sanatının ana karakteristiği halini almıştır.
Nitekim, Türklerin yaşam biçimlerinin zamanla değişimi ile sanatta da özünden uzaklaşan yozlaşmalar görülmeye başlamıştır. Halbuki, göçebeliğin zamanla değişimi kaçınılmaz bir olgu iken, sanatımıza esas kimliğini veren sanat geleneğimizin sürdürülmesi bir esastır ve bütün olumsuzluklara rağmen çok önemlidir. Kuşkusuz bu, kervanları yola koyup göçebeliğe yeniden dönüş demek de değildir. Açık ifadesiyle, kültür kimliğimizin temelindeki değerleri sahiplenme ve onları gelecek kuşaklara sağlıklı bir biçimde taşıma sorumluluğudur.
Kaynaklar
-Pekin F. “Yürüklerde Yörük Şulu”, Kültür ve Sanat, S.4. 1976, s.122-137.
-Tekçe F, Pazırık Altaylardan Bir Halının Öyküsü, Ankara 1993.
-Küçükerman O, Güner , Anadolu Mirasında Türk Evleri, Istanbul 1995.
www.dunyalilar.org