“Körlüğü deneyimleyen bir karakterin yaşadıklarını anlatırken ilk akla gelen karanlığın tersine, beyazla yaklaşmak istedik. Beyaz, siyahın zıttı. Bir yandan umut hissi, diğer yandan da (h)içlik, sonsuzluk korku”.
Ölüm, çatışma, hayatın içinde uzlaştırıl(a)mayan çelişkiler, marazi ilişkiler anla(ya-şıla)mama, aile içi şiddet, öfke, kı(r-z)gınlık, mutsuzluk, küskünlük, ille de yalnızlık; otuz iki kısım tekmili birden hayatın içinde olan tüm olumsuz duygulara yer vermişlerdi bir ailenin bir günlüğüne bir araya gelmesini konu alan 2009 yapımı “Orada” filminde.
Kurtuluş-Saraçoğlu ikilisi filmi: Gözümün Nûru
Çok gençti o güzelim filmi ortaya çıkaran senarist(ler)-yönetmen(ler) Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu. Belli ki yolları açıktı. Aynı ikilinin bir ara bir belgesel çektiklerini ardından 20. Adana Altın Koza Film Festivali’ne “Gözümün Nûru”adlı filmle katılacaklarını öğrendim. Televizyondan Altın Koza ödül törenini izlerken; ulusal prömiyerini yaptıkları Adana’da “Gözümün Nûru” yla En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Kurgu ve SİYAD En İyi Film ödüllerini alınca mutlu olmuştum. Üstelik aynı zamanlara denk düşen –sonrası güzel sonuçlanan- gözlerimle ilgili rahatsızlığa ilişkin kaygı yaşadığımdan, filmi daha da merak etmeye başlamıştım.
Gezici Festival Ankara 2013’ün ayağı programının “Türkiye 2013” bölümünde; kalabalık bir izleyici topluluğu filmin senarist ve yönetmenlerinden biri olan Melik Saraçoğlu’yla birlikte izledim filmi; büyük keyifle.
Gözünün ışığı sönecek gibi olunca insanın…
Filmin konusu sıra dışı. Sinopsisten aktaralım: “Kahramanımız M. genç yaşında tam bir sinema tutkunudur. Tüm hayatını film çekme idealine bağlamıştır ama göz retinasında yaşadığı ciddi bir rahatsızlık sonucu üst süte iki ameliyat geçirir. Gözlerini tamamen kaybetme korkusuyla tam 40 gün boyunca gözleri bandajlı, yüzükoyun yatmak zorunda kalır. M. bu sancılı süreçte korkularıyla yüzleşmeye başlar; dahası sinemayla kurduğu takıntılı aşkı da gözden geçirecektir. M.’nin kendi yaşadıklarını ti’ye alan tarzı, yaşadığı karanlığa karşı verdiği savaştaki en güçlü silahı olacaktır”.
Kişisel ve sıra dışı bir film; seyirciyi içine çeken
Filmin çekim planları da sıra dışı ve yakın plan ağırlıklı. Filmin oyuncuları baş rolü de oynayan senarist-yönetmen Melik Saraçoğlu da dahil hepsi amatör ve dahası Melik’in annesi, babası, kardeşi ve dedesi. Hepsi çok doğal oynarken. Yok hayır oynuyorlar demek doğru ifade değil; yaş(ı-atı)yorlar adeta. Filmin mekanı Saraçoğlu ailesinin evi. Film sade, doğal, biraz absürt ve traji-komik üstelik.
Bir gözünü lise yıllarında kaybeden ve sinema aşığı ve sinema okuyan – sinemaya aşık üniversite öğrencisinin diğer gözünde de retina dekormanı ayrılması ortaya çıkınca kendinin ve ailesinin yaşadığı zorlu süreci anlatan film; bıçak sırtı gibi hassas bir çizgide ilerliyor. Üstelik traji komik bir dille, melodrama kaçmadan ama seyirciyi içine almayı başararak. Kahramanın yaşadığı acıyı, korkuyu seyirci olarak yaşıyorsunuz; fazlasıyla empati geliştirerek üstelik. Kendi adıma filmi izlerken hem kahramanla hem anneyle bütünleştiğimi ve filmde en çok dedeyi sevdiğimi bilvesile belirtmeliyim.
Bu filmi anlatmak çok zor; izledikten sonra anlam bulacaktır burada yazdıklarımız. Ankaralı Gezici Festival seyircisinin film bittiğinde uzun alkışlarıyla belirtti memnuniyetini. Kısaca körlük provasını anlatan filme ilişkin sorularını Melik Saraçoğlu’na samimiyetle sordu seyirci.
Gözyaşının ardından gülümseten film
“Tebrik ederim. Geçmiş olsun. Belli ki iyisiniz şu an. Mizahın fonksiyonel bir şey, kullanıcıya özgü bir şey olduğunu gösterdiğiniz için teşekkür ederiz. Filmde birinin gözyaşı akarken; ardından gelen sahnenin dipten gelen sesin seyirciyi güldürebileceğini; içinde bulunduğunuzun durumun insanı güldürebileceğini; düşünmüyordum ama gayet de başarmışsınız bunu. Mizahın güzel bir yönünü kullanmışsınız. Çok fazla yakın çekim kullanmışsınız. Her şeyi derinliğine görmemizi sağlamak için özel çaba harcadınız mı?”, diye sordu ilk söz alan seyirci söyleşinin başında.
Yakın plan zorunluydu
Saraçoğlu “Yakın çekimlerden kastınız görsel olarak detay çekmek ise evet öyle oldu. Seyircinin biraz fazlaca karakterin sıkıntılarına ve ailenin yaşadıklarına burnunu sokmasını, dahil olmasını istemiştik. Öznel kamera çekimleriyle de bunu sağlamaya çalıştık. Çekimler küçük, kısıtlı ve kapalı bir alanda yapıldı. Geniş mekanlara yer vermek mümkün değildi; salonda, yatak odasında geçen bir filmde yakın plan zorunluydu. Gözün gözeneklerine kadar yaklaşabilmeyi amaçlamıştık zaten” yanıtını verdi soruya.
Filmde her şeyin cevabını vermedik
“Aile fertleriniz rol almış bu filmde. Bu değişik ve içten çalışmada kız arkadaşınıza yönelttiğiniz “gözümü kaybetseydim benden ayrılır mıydın ayrılmaz mıydın?” sorusu yanıtsız kalmış filmde” diye soran izleyiciye yanıtı kısa oldu Saraçoğlu’nun; “Açık uçlu bıraktık, cevabını vermedik; seyirciye bıraktık bunu. Sinemada her şeyin çok net cevabı olması gerektiğini düşünmüyoruz ne Hakkı Kurtuluş ne de ben. Her şeyin cevabını vermek istemedik; zaten. İkimiz de aynı düşüncedeydik. Seyirci nasıl düşündüyse öyle olsun. Filmde her şeyi de muallakta bırakan bir film yapmadık. Öyle bir film de yapabiliriz ileride. Az çok başı sonu belli bu filmin”.
Seyirciyi filme katmak istedik
“Elinize gözünüze sağlık; özellikle de kulağınıza sağlık. En çok duygulandığım ve etkilendiğim sahneler; ışıktan çok seslerle hikayenin ifade edildiği yerler oldu”, diyen seyirciye, “Hastalık sırasında, gözleriniz kapalıyken ister istemez seslere odaklanıyorsunuz; daha duyarlı oluyorsunuz. Bir görme engelli kadar duyarlı değildim elbette ama. O durumdayken bazı şeylere daha fazla kulak kabartıyorsunuz. Gözünüz görmediğinde seslerin ne kadar önemli olduğunu anlıyorsunuz. Seyirciyi filmin içine katmak istediğimiz için böyle oldu. Bu kafamda yer etmiş bir şeydi. Belki de Ahmet Boyacıoğlu’nun dediği gibi bilinçaltıydı”, yanıtı verdi Saraçoğlu.
Yaşadıklarını tekrarladı oyuncularımız
“Aile üyelerinizi çekime nasıl dahil ettiniz” sorusunu Saraçoğlu “Annem ve ağabeyim hemen kabul etti zaten. Projeyi açıkladığımda sıcak baktılar. Babam başlangıçta pek sıcak bakmadı ama bu filmin benim için kişisel olarak önemini anlatınca direnmedi. Profesyonel oyuncu değillerdi. Senaryoyu okurlarsa rol yapmaya çalışırlar diye okutmadık onlara. Dedem zaten çok farkında değildi; ne zaman çekiyoruz çekmiyoruz farkında bile değildi. Zor oldu ailemiz için.
İki yönetmen olarak gaddardık; yani. Zaten hikayenin içindeydiler; yaşanırken. Plan çekimlerinde “Hatırlar mısınız hani ben yatıyordum; hani şöyle olmuştu”, diyerek çektik. Doğallık buradan. Onlar yaşadıkları şeyleri tekrar ettiler. Dolayısıyla doğal bir oyunculuk yakaladık diye düşünüyorum. Yönetmen olarak sadisttik biraz ama dolayısıyla ağlıyorlarsa ağlıyorlardı. O günleri hatırlattık. Yaşadıkları şeyleri tekrar ettirdik. Bu yaptığımız biraz sadistçe bir şey oldu ama başka da yapılacak bir şey yoktu” şeklinde yanıtlayınca söyleşiyi yöneten Ankara Sinema Deneği Başkanı Boyacıoğlu söze karıştı “Hem de bedava oyuncu”.
Meseleyi ‘ti’ye aldık; romantize etmeden
“Arka jenerikte emeği geçen herkesin adını yavaş yavaş akıtarak herkesin görmesini sağladığınız için kutlarım. Türk sinemasının hastalıkla ilişkisi biraz hastalıklıdır. Terminaldir, ölümcüldür, çok korkunçtur, hastalıktan kurtulmak mümkün değildir. Siz bu filmi çekerken hastalığınızı biraz romantize ettiğinizi düşünüyor musunuz?” sorusuna “Hastalık çok insani bir durum. Türk Sinemasında hastalık insanı rahatlıkla yakalayabilen bir konu. ‘Ah evladım, vah evladım’ diye ağlayabilirsiniz; hasta bir karakter gördüğünüzde. Biz bunu yapmak istemedik; kara mizah olarak ele almağa çalıştık. Bu bir hata değil; tercihti. Bu film bir melodram olabilirdi. Bu konuyu nasıl farklı bir şekilde ele alabiliriz diye düşündük. Meseleyi ‘ti’ye almak, trajikomik ele almak istedik. Romantize etmemeğe ve öyle de olduğunu düşünüyoruz. Ne denli başarılı olduğumuza sizler, seyirci karar verir. Hastalığın sıkıntılarını ele aldık ama biraz komik biraz eğlenceli yanlarıyla ele almak istedik” yanıtı verdi yönetmen-senarist- oyuncu Saraçoğlu.
Film yaşananların tümü değil
“Otobiyografik bir film izledik. Yakın zamanda çekilen filmlere baktığımızda ilk ya da ikinci filmleri olan yönetmenler genelde bir gerçeklik akımına tutulduklarını görüyoruz. Yakın planlar, göğüs planları, hareketli kameralar vb. Genelde aynı anlatım biçimini görüyoruz. Sizde farklı bir anlatım biçimi gördük; bu yurt dışında eğitim almanızın etkisi mi?”, diye soran izleyiciye yanıt netti. “Hakkı iletişim, sinema ve Alman Dili; ben sinema ve edebiyat okuduk. Bu teorik bir eğitimdi. Sinema yapmak için illaki sinema okumak gerekmiyor; kendini geliştirmek önemli olan. Biz film izleye izleye, film yapmaya çalışarak, kitap okuyarak, müzik dinleyerek kendimizi geliştirmeğe çalıştık. Biraz cesaret etmeye çalışıyoruz; farklı şeyler yapmaya. İki kişi olmamızın da etkisi var bunda. Zaman gösterecek nereye doğru gideceğimizi. Evet, film otobiyografik ama filmde yer verdiklerimiz aslında yaşananların biraz azaltılmış hali”.
Biraz sadist, biraz gaddardık
“Anneniz kaybedilmiş bir oyuncu; geç fark edilmiş bir yetenek. Bu film bir travmayı anlatıyordu; 40 gün süren belki öncesiyle yıllarca süren. Bir iç dökümü. Bazen yazarsınız; bazen unutmak istersiniz; bazen hakikaten unutursunuz. Ya da film yaparsınız” diyen seyirciye Saraçoğlu “Annem doğaldı; olanları hatırlayarak oynadığı için. Etkili bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum. Bu bir terapi filmi mi, diye soruluyor bize. Yaşadıklarınızı unutmak için mi yaptınız diye de soruluyor. Ben dışarıdan bakamam tabii ama ben öyle görmüyorum. Filmdeki olayları 2006–2007 de yaşadım. O zaman, hemen yani yapsaydım; hakikaten tam atlamamışken yapsaydım biraz farklı bir film olabilirdi. Ama soğuması gerekiyordu. Senarist-başoyuncu-yönetmen olunca iş yaşanmışlıktan öteye geçti Süreç uzundu. Aaa ben bunları yaşamıştım filan diye düşünmüyorsunuz. Sadece oyuncu olsaydım belki kendimi kaptırabilirdim. Dışarıdan ve de film diye bakıyorsunuz artık olaya.
Beyazı bolca kullandık; çünkü
“Karanlıkta olan birinin beyaz rüyalar görmesi ilginç. Filmde bolca kullandığınız beyaz; umudu ve teslim olmamışlığı mı çağrıştırıyor”, diye soran izleyiciye Saraçoğlu’nun yanıtı kısaydı:
“Körlüğe biraz farklı bakmak istedik. Körlüğü deneyimleyen bir karakterin yaşadıklarını anlatırken ilk akla gelen karanlığın tersine, beyazla yaklaşmak istedik. Filmin tamamını domine eden bir renk beyaz. Siyahın zıttı. Bir yandan umut hissi, diğer yandan da (h)içlik, sonsuzluk korku. Beyazı mümkün olduğunca kullandık. Filmde ışık zaten bir yan karakter olarak yer alıyor beyaz bu ışıkla da ilişkili”.
“Yok, artık” denmesin diye…
İçerikte siyah-beyaz Fransız filmlerine ve körlük temasını devamlı işleyen Yeşilçam filmlerine yaptıkları göndermeleri “bir saygı duruşu, selam verme” olarak niteleyen Saraçoğlu filmdeki komşu muhabbetlerinden hareketle “Körlüğü yaşamadınız ama oraya kadar gittiniz. Hastasınız.
Etrafınızdaki insanlar siz hastalığı kabullenmeye çalışırken ‘ahhh yavrum; kör olsaydın ne olurdu’ dedikçe siniriniz bozulmadı mı” sorusuna içtenlikle yanıt verdi: “Sinir bozucu tabii. Vahşi ve insanı demoralize edebiliyor. Ben etkilenmesem bile annem etkileniyordu. Türkiye’de yaşıyorsunuz; bizim kültürümüzde oluyor. Diyecek bir şey yok. ‘Melikçim; kör olanlar bir süre sonra rüya görmemeye başlıyorlarmış. Sen de başladın mı rüya görmemeye” diye soran oldu bana. Biz bunu da çektik ama kurguda attık. Yok, artık denir diye”.
Ailenin kedisini de oynatıp yönetmişler
Ahmet Boyacıoğlu “Kediyi nasıl oynatıp, yönettiniz”, diye sorunca “Kedimiz Nero da ailenin üyesi. Raslantısal çekimler değildi. Kafa atıyordu biz çekerken arada bir benimle ilgilenin diye zaten. Onun yaptığını bildiğimiz hareketleri çalıştırdık. Elbette biraz mizansen var. Mesela damlaları devirdiği sahneyi tekrarlatarak yaptırdık ona. İnadına yapmadı bazı şeyleri; yaptığı hareketler olduğu halde. Hayvanların çok ciddi rol yaptığı filmler var; mesela Pi’nin Yaşamı gibi. Bizim yaptığımız onların yanında çok küçük bir şey”.
Sinema yapmak fedakarlık ister
Son olarak “Sinema yapmak isteyenlere önerileriniz” diye soran seyirciye Saraçoğlu daha önce verdiği yanıtı yineledi: “Seçici bir şekilde film izlemek, kitap okumak, kendini zenginleştirmek. Fedakarlık yapmak. Sinema yapmak istiyorsanız yapacaksınız; başka çaresi yok”.
Herkesin gözünün ışığı bol olsun
‘Gözünüzün nûru’ her daim çoğalarak sürsün ve yolunuz açık olsun sevgili genç sinemacılar Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu; ki daha fazla film yapasınız.
Bu filmi izleme olanağı sağladığınız için; emekleriniz için teşekkürler Gezici Festival. Sizin de yolunuz açık olsun her daim.
Sevgili okuyucu; sizin de “gözünüzün nûru” daim olsun. Hoyrat bakmayın gözlerinize.
Şadiye Dönümcü – Bianet