Yaşam

Her İnsan Kendi Makatından Sorumludur

HER  İNSAN  KENDİ  MAKATINDAN  SORUMLUDUR

Son zamanlarda, yorgunluktan yatağımda sızıp kaldığım gecelerin çoğunda, Allah’ın emirlerinden ayrılıp homoseksüelliği seçen Sodom, Gomora ve Pompeili günahkârların cehennem alevleri arasından yankılanan canhıraş çığlıkları ile uyanıyorum. Öfkeden nefes nefese kalmış, uykusuzluktan kan oturmuş gözlerim tavana dikili ve büyük bir stres içinde sabahları ediyorum.

Los Angeles’te, 17 Ocak 1994 tarihindeki 7.1 şiddetindeki depremin merkez üssü San Andrea fay hattına birkaç kilometre mesafede ikâmet etmeye, çalıştığım şirkette müdürümün her vesilede Vietkong Savaşı -Vietnam demezdi- kahramanlık anılarını dinlemeye, kız arkadaşımın ultra liberal feminist şımarıklıklarına ve ikinci defa devlet başkanı seçilen Bush’un aptallıklarına tahammül edebilirdim ama, satın aldıkları yeni evlerine taşınan yan komşularımın homoseksüel bir çift olması, Amerika Birleşik Devletleri’nde başıma gelebilecek felaketlerin en büyüğü idi!

Kâbus dolu rüyalarımın ortasında, kan-ter içinde yatağımdan sıçrayarak uyanıyor, Amerika Birleşik Devletleri’nde insanları; renk, din, lisan, yaş ve cinsi tercihleri yüzünden aşagılamanın suç teşkil ettiğini bildiğim için elim-kolum bağlı, kaderime ağız dolusu küfürler ediyordum. Nefret dalgaları ve çaresizliğin verdiği bitkinlikten harap olmuş, daha yeryüzünde iken Allah’ın gazabına uğramıştım.

***

Sürekli moral bozukluğu nedeniyle yeniden başladığım sigaranın dumanlarından duyduğu rahatsızlığı bir içimlik sürede en az on kere tekrarlayan kız arkadaşımın günün birinde “Bu hafta sonu yan komşularımıza hoş geldin ziyaretine gidiyoruz!” demesi bardağı taşıran son damla olmuştu. Emrivaki ses tonuna karşı koyarak bütün gücümü topladım ve “O .bnelerin evine ancak benim cesedim girer!” diye bağırarak ona karşılık verdim. Bütün kadınlar gibi ısrarcı, inatçı ve dediği dedik olan kız arkadaşım, gözleri kısık vaziyette, dişleri gıcırdayan ağzından çıkan yılan tıslaması ses tonu ile bana haykırmaya başladı:

“Kesinlikle gideceğiz ve homoseksüellerin biz hetolardan hiçbir farkı olmadığını göreceğiz! Amerika’da herkes cinsel tercihinde özgürdür. Burası Türkiye değil!”

İnançlarım, milli kültürüm ve Türk ahlâk değerlerimden aldığım feyiz ile ben hâlâ gay ziyaretine gitmemekte direniyordum. Kontra inatçılığım karşısında kız arkadaşım; homoseksüellerin barışçıl oldukları için yaşadıkları yerleşim bölgelerindeki ev fiyatlarını arttırdığından, Amerika’da onların her türlü sosyal ve siyasi haklara sahip olduklarından ve liberal-hümanist bir demokrat Türk olarak benim gay’leri seksüel tercihleri yüzünden yargılamamın mantıksal tersliğinden bahsetti.

Savaş alanlarında yenileceğini anlayan bir askerin yapacağı iki davranış biçimi vardır. Ya; kanının son damlasına kadar savaşarak şehit olur, ya da; kılıcını, kalkanını aşağıya indirip, boynunun düşman tarafından kesilmesini bekler. Verecek cevabım ve takatim kalmamıştı artık. Elması bile paramparça eden kadın inadı karşısında ben, et ve kandan yaratılmış bi’çare bir mahlûktum. Uykusuz gecelerimin verdiği yorgunluktan bitap düşmüş bir şekilde, ağzımdan belli belirsiz  “tamam” kelimesi çıktı.

Bozguna uğramış, düşmana teslim oluyordum!

***

Cumartesi öğlen saatlerinde, mağlubiyetin altında ezilmiş, süklüm-püklüm, fersiz bakışlı ben ve yüzünde galibiyet tebessümü, eli elma turtalı kız arkadaşım yeni komşularımızı ziyarete gidiyorduk. Evin giriş kapısına doğru yaklaşırken içim boşalır gibi oluyor, öfkemden kuduruyor, kendime lânetler ediyordum. Daha çok direnebilir, kız arkadaşımın teklifini ret edebilirdim. Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere, ziyaret aşamasına kadar gelip, asık suratla tanışmanın hiç kimseye bir faydası yoktu. Zil butonuna basarken yüzüme sahte bir gülümseme kondurdum. Kısa bir süre sonra, kapının ardından, yer karoları üzerinde topuklu terliklerin çıkardığı takırdı ile birlikte, kadınsı bir “kamiiiinnggg!” nidası yükseldi. Temiz kot pantolon üzerine kar beyazı bir gömlek giymiş, kısa saçlı, uzunca boylu, temiz yüzlü, 35-40 yaşlarında metroseksüel görünüşlü homoseksüel bir erkek kapıyı açtı. İçtenlikle eve buyur edildik. Kız arkadaşım, üzerine kart iliştirilmiş elmalı turtayı komşumuza doğru uzatırken ‘hoşgeldiniz’ dedi, kendini ve beni tanıştırdı. Homo komşumun feminin teşekkür ve minnet nakaratları eşliğinde tokalaşıp, oturma odasına alındık. Kısa bir süre sonra, hafif makyajlı, mis gibi parfüm kokan (büyük bir ihtimalle Pleasure For Women’dı) ve kadınsılığını gizlemeyen diğer homo partner de odaya girdi.

Pompei Yanardağı’nın lâvları arasında kaskatı kalmış günahkârların ölü vücutlarını düşünüyordum.

***

Emlâkçılerın sözlerinde pek durmadıklarından, ev alım-satım işlerinin yavaşlığından, her ikisinin de geliri ve kariyeri olduğu halde bankadan alınacak kredinin gecikmesine bir türlü anlam veremediklerinden bahsettiler. Kız arkadaşım da onlara; -iyi bir komşu olduğunu göstermek için- çevredeki en iyi marketin, en iyi veterinerin (süslü bir Terrier cinsi köpek gay komşularımın bacakları arasından kuyruk sallıyordu), en yakın postanenin ve hastanenin adreslerini verdi.

Komşularımın gay’likleri hariç, sahne aslında sıradan bir ev ziyareti görünümündeydi. Nereden taşındıklarını, ne iş yaptıklarını anlattıktan sonra İngilizce aksanım nedeniyle orijin olarak hangi milletten olduğumu bana sordular. Göğsümü hafifçe kabartarak “Türküm” dedim. Gay komşularım hayretten bir karış açık ağızlarını elleri ile kapatırlarken, tebessüm dolu bakışlarla birbirlerine doğru baktılar ve her ikisi de aynı anda ve de çok bariz feminin kırıtık hareketlerle “Biz Türkiye’de idik!” dediler. Aynı heyecan içinde, devamla; Ayasofya’dan, ‘Mavi Cami’den, Kapadokya’dan, Efes’ten ve Bodrum Kalesi’nden bahsetmeye başladılar. Feminin olanı daha da kırıtarak “Hem de tam üç defa Türkiye’yi ziyaret ettik… Bodrum’u asla unutamam. O ne muhteşem güzellik, tanrım!” dedi.  

Bodrum’da hava karardıktan sonra, bir zamanların antik Halikarnas Mausoleum’u karşısındaki körfeze kayıklar içinde açılmış kulampara Türk erkekleri ile gay turistlerin, 20 dolar karşılığında ne rezillikler yaptıklarını hem Allah, hem de bütün Bodrumlular çok iyi bilirler. Ataları yedi düvele ders vermiş Anadolu erkeğinin asil spermlerinin karşımda oturan “Türkiye sevdalısı” bu gaylerin makatında telef olduklarını düşünürken tarifsiz acılar içindeydim. Gay komşularım hâlâ; sıcak pidelerin üzerindeki döneri, içtikleri buz gibi rakıların anason tadını, Bodrum Kalesi’nden batan kıpkızıl güneşi anlatıyorlardı. Ayrıca, Türk ve Yunan mutfağı konusunda deneyimli olduklarını, çok lezzetli zeytinyağlı Akdeniz yemekleri pişirdiklerini söylediler.

Boğaz turunun, Meryem Ana’da “yarım hacı” olmalarının, Manavgat Şelalesi’nin, Konya’da Mevlâna’nın kabri başında hissettikleri ruhsal rahatlığın ve Selçuk’ta yedikleri çöp-şiş kebabı tasvirlerinin ihtişamı ile aniden tebessüm ettiğimi hissettim. Karpuzun tadından, fırından yeni çıkmış maya kokan tazecik ekmeklerden, Ayasofya’nın mistik havasından etkilenip devasa kubbe altında ağladıklarından bahsederlerken karşımda oturan gay’ler yerini yavaş yavaş, Türkiye’den iyi izlenimlerle ayrılmış iki turiste bırakıyordu.

Sohbet koyulaşmış, vatan hasretim şaha kalkmış, Amerikalı turistleri can kulağı ile dinliyordum. Metroseksüel-homoseksüel olanın söyledikleri, hayretten gözlerimin faltaşı gibi açılmasına neden oldu.

“Biz  ikimiz de Atatürk hayranıyız!”

Sonra, yanında oturan partnerine doğru dönerek:

“Çanakkale ve Troy’a yaptığımız seyahatlerden da komşularımıza bahsetsene! ”  dedi.

Vatanımdan 18.000 kilometre uzakta, Amerika Birleşik Devletleri, Los Angeles şehrinde, dörtgen doğranmış küçük pide parçalarının üzerine yatırılmış döner dilimlerinin tadı damağımda, Çanakkale Savaşı’nda 275 kiloluk top mermilerini taşıyan Havranlı Sait Onbaşının “Allah! Allah!” nidaları kulaklarımda, Türkiye ve Atatürk nihavendi dinlemenin tatlı rehaveti üzerime çökmüş vaziyette iken; “Atatürk olmasaydı siz Türkleri İran gibi mollalar yönetecekti” sözü ile irkildim, “O büyük bir asker ve devlet adamıydı” ile kendimden geçtim.

Daha biraz önce, cinsel tercihleri için aşağıladığım komşularımı Kâbe putları gibi taş kesilmiş dinlerken inanç gardım dağılmış, büyük bir şaşkınlık içindeydim. Türkiye’nin güzelliklerinden, zengin tarihinden, kültürel ve geleneksel değerlerinden karşılıklı olarak uzun uzadıya bahsettikten sonra, en kısa zamanda mezeli ve Yeni Rakı’lı akşam yemeği için sözleştik. Hemen iş bölümü yapıldı. San Fernando Valley’deki bülbül gibi Türkçe konuşulan Ermeni marketlerden ithal Yeni Rakı ve pastırmayı ben tedarik edecek, komşularımız ise mezeleri hazırlayacaklardı.

***

Atatürk hayranı homoseksüel komşularım -çoğu Amerikalının tersine- dünyada olup bitenden haberdardılar. Dünya’nın savaştan daha çok barışa ihtiyacı olduğuna inanıyorlar, yeryüzündeki açlık sorunundan, katliamlardan ve totaliter rejimlerden nefret ediyorlardı.

Onlara geleneklerimizi anlattım. Düğünde gelin ile damada takılan takılardan, davul zurnadan, kına gecelerinden, çekilen halaylardan, çiğ köfteden, sünnet merasimlerinden, İzmir’de midye dolması satan Kürt çocuklarından, semt pazarlarında başlarına geçirdikleri G-String’in küçüklüğünü -ve de çekiciliğini- kanıtlamak için satıcıların; “Geelll, geelll! Uzaktan görünmüyor ablaaa, küçücük, uzaktan görünmez, daha yakına geeeelll!!” diye bağırmalarından, karayağız köylü delikanlıların “Kaldır eteğini, gör göbeğini” tekerlemesiyle marul sattıklarından bahsedip, Afrodisyas’ı mutlaka görmelerini, Nemrut Dağı’nda güneşin doğuşunu kesinlikle seyretmelerini tavsiye ettim.

Birkaç saat önce cinsel tercihleri için yargıladığım iki geye olan kızgınlığımdan artık eser kalmamış, hatta onlardan hoşlanmaya bile başlamıştım. Hitler’in gaz fırınlarında, engizisyon işkencehanelerinde cinsel tercihleri yüzünden katliama uğrayan geyler. Onlar hep itilip, kakıldılar, aşağılandılar, hep dışlandılar. Dünyayı dize getiren Makedonyalı Büyük İskender’in cesaretini, yastığının altına konan bezelye tanesinden rahatsız olan prensesin ilham kaynağı Hans Christian Andersen’i, sanat güneşi Zeki Müren’in ilâhi sesini ve diğer binlerce gay’i nasıl inkar edebilirdim? Leonardo Da Vinci’nin dehası, Oscar Wilde’ın yaratıcılığı, Elton John’un şarkıları ve Tracy Chapman’ın “Talking about A Revolution”ı ile kaynayan kanlar aşkına, ben, penis-merkezci  riyakâr bir erkektim!

***

Ayrılmak için izin istediğimizde her ikisi de memnuniyetlerini ve bizler gibi komşuya sahip oldukları için çok şanslı olduklarını söylediler. Yapacakları iade-i ziyarette kendilerine Türk kahvesi ikram edeceğimi, randevusuz, habersiz ‘çat-kapı’ gelebileceklerini, bunun Türkiye’de samimi komşular arasında adet olduğunu anlattım.

Ziyaret sonrası duygularım karmakarışık, yıllardır inandığım değerlerin bir çırpıda yerle bir olmasının şoku içinde, “HER İNSAN KENDİ MAKATINDAN SORUMLUDUR teorisine sığınmaktan ve dizlerimin üzerine çöküp, düşmanın keskin kılıcı önünde boynumu eğmekten başka çarem kalmamıştı.

***

İspanyol faşizmine karşı mücadelesinde mısralarını kılıç gibi kullanan, portakal ağaçlarının arasında, nane kokuları ve gitarı ile gömülmek isteyen, Granada yamaçlarında faşist askerler tarafından işkence ile öldürülen şair Federico Garcia Lorca ile; sürrealist deli-dâhi ressam Salvador Dali, homoseksüel ilişki içindeydiler.

‘Çingene Balatları’ ile özgürlüğün mabedini yapan, devrimin sesi, Küba fatihi, şairler şairi Lorca ve kaytan bıyıklı ressam Salvador Dali, bir süre eşcinsel sevgiliydiler.

Salvador Dali’nin ‘Young Virgin Autosodomised by her own Chastity’ isimli eserindeki çılgınlık, ‘Persistence Of Memory’sinde zamanı durdurup, saatleri eriten ilhamın kaynağı, halk şairi Lorca’nın mısralarında gizlidir.

Arasıra biseksüel kaçamaklar da yapan Salvador Dali’nin bir kadın ile ilişkisi kendisine söylendiğinde Lorca kayıtsızca cevap verir:

“Salvador bir kadınla birlikte ha! İşte bu imkânsız! Onun kıçına parmağımı sokmadıkça Dali’nin penisi sertleşmez ki!”

Mehmet T. Özciğer (troyliberte@gmail.com)

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu