Kültür-Sanat

HİŞT, HİŞT!..

Onun için derler ki; “Sıradan ve küçük insanların hikâyecisidir.” Bu cümleyi ilk kim kurmuş bilmiyorum ama sıradan ya da küçük yerine ‘Sahici’ sıfatını kullanmak çok daha uygun geliyor bana. Sahici insanları bir şair inceliğiyle hikâye eden o yalnız büyücü… Sait Faik’ten söz ediyorum.33655

“Yazmasam deli olacaktım,” diyen bir insan… Kırk sekiz yıllık yaşamının ardında bıraktığı sayısız hikâyedeki insan kalabalığına rağmen, kendisinin büyük bir yalnızlık içinde yaşamış olduğu söyleniyor. Bu, ruhunda hissettiği bir yalnızlık olsa gerek… İçine girdiği hayatlar, edebiyat çevresi, onun bu yalnızlığını dindirememiş bir türlü. O da içinden geçtiği ama yaşayamadığı hayatları anlatmayı tercih etmiş gibi gelir bana.

Ölümüne az kala, kendisiyle yapılan son söyleşilerden birinde, “Deniz kenarında çeşitli insanların gelip gideceği bir kahvesi” olmasını istediğini söylemiş. Düşünüyorum da, içindeki yalnızlığı bir türlü söküp atamayan ya da atmayan, ait ve sahip olamayan insanlar için akıllıca bir çözüm bu. Yani insanların gelip geçeceği, bir kahve, bir meyhane ya da başka bir uğrak yeri…

Yalnızmış yalnız olmasına Sait Faik ama sürekli kaçmaya da çalışmış bu yalnızlıktan. Tekrar tekrar denemiş, insanların arasına katılmış ve şanslıymış ki her seferinde dışarıda birilerini bulabilmiş. Kahvecilerle kahve pişirmiş, balıkçılarla balık tutmuş, onlar gibi konuşmuş, onlar gibi yaşamıştır. Dışarıdan seyretmeyerek, aralarına girmesi ve onlar gibi yaşaması, insan hallerini kavramasını sağlamıştır. Bunu kavradıktan sonraysa işte başlangıçta belirttiğim o büyücülük devreye girmiş ve Sait Faik, samimiyet yüklü kalemiyle kavradıklarını bize aktarmıştır hikâyelerinde…

Kimileri onu bireyci bulur. Bana göre Sait Faik aslında tek tek insanlara bakarken, toplumsal durumun fotoğrafını da arka planda bize yansıtır. Değişik yerlerde, değişik hayatları yaşayan bireylerin kişisel sorunlarını, iç sıkıntılarını, duygularını, geçim dertlerini işler. Ve biz aynı yerde, benzer hayatı yaşayan o bireylerin sevinçlerinin, üzüntülerinin ya da sorunlarının birbirine ne kadar yakın olduğunu görürüz. Bir anlamda aynı sınıftan olmanın ne demek olduğunu kavrarız.sait-5

Araştırma yaparken insanla ne kadar haşır neşir olduğunu anlatan iki anı geçti elime. Bir tanesi:

Oktay Akbal, Sait Faik ve Orhan Veli bir bahar günü Boğaziçi’nde vapur gezisine çıkarlar. Bütün iskelelere uğrayacak vapura binmişlerdir. Anadoluhisarı iskelesinin yanında küçük bir kahve vardır, önünde dururlar. Sait Faik, “Haydi, mademki hikâyecisin şu kahvede ilk göze çarpan nedir söyle bakalım” der. O. Akbal kahveye bakar, üç dört kişi oturmuş kâğıt oynayıp kahve içmektedirler. Kahvenin duvarlarında İran Şahı’nın Atatürk’le birlikte renkli basma resimleri vardır. Oktay Akbal “Bu resimleri belirtirim,” deyince Sait Faik kızar birden. “Ulan o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikâye o be!” der. Gerçekten denize doğru bir ihtiyar oturmuştur; yalnız sıkıntılı bir hali vardır. Ne vapuru ne de denizi seyretmektedir, kahvenin önündeki o pis suları seyretmektedir. Sait Faik yol boyunca hep o ihtiyardan bahseder durur.

İkincisi ise:

Aynı gün mü bilmem vapur Arnavutköy civarında seyrederken O. Veli “Sait Abi şu manzaraya bak, ne diyorsun?” diye henüz iskâna açılmamış yoğun ağaçlı tepelerin güzelliğinin verdiği duygusallıkla onun ne diyeceğini beklemiş. O sırada yakınlarında yaşlı, sakallı, doğulu bir kişi tütününü sarma sigara yapmış, kavla onu yakmaya çalışıyormuş. Sait Faik yaşlı adama büyük bir hazla bakarak “Lan asıl manzara burada, ben onu yakaladım, bak ne güzel,” diye çocuklar gibi sevinerek duygularını belirtmiş.3sait

Dülger Balığının Ölümü adlı hikâyesinde göründüğü kadarıyla gerçekten bir balığın ölümünü anlattığı düşünülse de, satır aralarında insana, insanlığa gönderme yaptığını anlamamak mümkün değil.

“… Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmaya, rengini atmaya, hem de beyaz kesilmeye giden bir hâl almaya başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeye; dikkatli bakmaya lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım.

Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmaya, balık da gitgide, saniyeden saniyeye pek belli bir hâlde beyazlaşmaya başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu…

Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek… Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüzeye doğru fırlamak… Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla aletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti.

Dülger balığının ölüm hâli uzun sürüyor. Sanki balık, su hava dediğimiz gaz suya alışmaya çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa alışması mümkündür gibime geldi.

Bu iki saat süren ölüm hâlini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum. Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizde böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz, içinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak İzi yerlerini, mahmuzlan, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar hâlini bulacak.

Bir kere suyumuza alışmaya görsün. Onu canavar hâline getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayacağız.”

Aynı zamanda doğanın ve sokağın da yazarı Sait Faik… Nasıl olmasın? İnsan, onu çevreleyen mekândan bağımsız değil ki! Birisi onu “Kökü Kendisinde Olan Yazar” diye tanımlamış. Kimin söylediğini bulamadım ama nevi şahsına münhasır olma özelliğini çok iyi anlattığı için alıntılıyorum burada. Benim için hem yaşam ve hem de edebiyatta büyük bir öğretmen olan Sait Faik’i saygıyla, sevgiyle ve itiraf etmek gerekirse gıptayla anıyorum ve onun Hişt, Hişt adlı öyküsünün finaliyle noktalıyorum yazımı.

“…Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

Hişt hişt!

Hişt hişt!

Hişt hişt!”

FİLİZ ENGİN

Dünyalılar

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu