Başka Dünya

İçimizdeki devlet ve iktidar tutkusu

Her șey insanların kim tarafından olursa olsun yőnetilmeyi reddettikleri ve inisiyatif aldıkları zaman farklı olacak.12038033_1003156259705866_815213000199692664_n

Devlet iktidarının ele geçirilmesinin ve “fașist diktatőrlük” yerine “devrimci bir diktatőrlük” kurulmasının bir anlamı var mı sorusu aklıma geliyor. Marksizme gőre, devlet őzel bir baskı aygıtıdır. Marx ve Engels, Paris Komünü’nden őrnek de vererek devlet ve iktidar kavramını sorguluyorlardı. Ancak reel “sosyalist” bir devleti ve onun uygulamalarını gőremeden hayata veda ettiler.

Engels, artık baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf egemenliği ve bugüne kadarki üretim anarşisi üzerine kurulu bireysel varoluş mücadelesi, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklarla birlikte ortadan kalkar kalkmaz, baskı altına alınacak hiçbir şey kalmayacağını, bőylece özel bir baskı gücü olan devletin zorunlu olmaktan çıkacağını belirtiyor. Ayrıca, devletin kendini gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak var ettiği ilk eylemin –üretim araçlarına toplum adına el koyma–, aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemi olacağını sőyler. Ona gőre, devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, birbiri ardına tüm alanlarda gereksiz hale gelecek ve sonra kendiliğinden sönüp gidecektir. (Engels,Friedrich: “Anti-Dühring”, Sol Yay., Mart 1977, s.443-444)

Marksizm, devlet aygıtı, onun ișlevini kavramsal olarak iyi çőzümlemiștir. Bence problem őzel mülkiyete el koyup, devlet aygıtını ezilen sınıflar adına ele geçirdikten sonra bașlıyor. Yașanmıș tarihsel gerçekliğe baktığımızda, gerçeğin farklı olduğunu gőrüyoruz. İktidarın kimin elinde olduğunun őnemli olduğu tezi de, tarihsel olarak reel “sosyalist” devletlere baktığımızda anlamını yitiriyor. Bürokratik, hantal ve kaçınılmaz olarak kitleler üzerinde -onların çıkarları adına- baskı kuran bir yapılanma olușuyor. Ancak reel “sosyalist” devletlerin ve onların uygulamaları, ister seçim yoluyla iktidara gelerek, isterse bir devrimle iktidarı alarak “devrimci diktatőrlük” kurarak aynı yola çıkıyor. Devlet ve iktidar kavramının doğasından dolayı, bu durum yalnızca baskının el değiștirmesi sonucuna yol açıyor. Anarșist filozoflar Proudhon, Kropotkin ve Bakunin bu durumun farkına çok őnceden varmıșlardı.

Anarko komünist filozof Kropotkin, devletsiz bir toplum düşüncesinin, özel sermayenin olmadığı bir ekonomik yapı kadar tepki çekecek bir düşünce olduğunun altını çizerken aynı zamanda, insanların kendi aralarındaki ilişkilerinde Tanrı rolü oynayan devlete ilişkin bir yığın kör inançlar içinde yetiştiklerini dile getirir. Bu önyargıyı desteklemek üzere, okullarda ders konusu olarak okutulan koca koca felsefe sistemleri oluşturulduğunu, aynı amaçla değişik hukuk kuramları yaratıldığını, siyaset denilen şeyin bütünüyle bu ilke üzerine bina edildiğini ve hangi partiden olursa olsun her siyasetçinin halka şu sözlerle seslendiğini aktarır:

“Bize iktidarı verin, sizi dertlerinizden kurtaralım: Bizim bunu yapacak olanaklarımız var…”

Kropotkin, ayrıca beşikten mezara kadar bütün davranışlarımıza “devletin, hükümetin gücüne boyun eğme” ilkesinin yön verdiğini, toplumbilim ya da hukukla ile ilgili herhangi bir kitabı açtığınızda, hükümetin, onun örgütleri ve eylemlerinin son derece önemli bir yer kapladığını göreceğimizi, bu kitapları okuyan öğrencilerin ise yavaş yavaş, hükümet, devlet ve devlet adamları dışında dünyada hiçbir şeyin olmadığını düşünmeye başladığına dikkat çeker.” (Kropotkin, Pyotr: “Ekmeğin Fethi”, Agora Kitaplığı, 226 sayfa, 2. basım: Şubat 2015, İstanbul)

İktidarın olduğu yerde baskı vardır kaçınılmaz olarak. Daha őnce de devletle ilgili bir yazımda vurgu yaptığım gibi Lenin, bunu “Devlet varsa őzgürlük yoktur, őzgürlük olduğunda zaten devlet olmayacaktır.” șeklinde ifade etmiști “Devlet ve Devrim” adlı kitabında. İște devlet aygıtı kendisini kolay kolay, kendiliğinden sőndürmüyor. Aksine otoriter, baskıcı bir biçime dőnüșüyor. Bir kișiye ya da bir kuruma iktidarı verdiğinizde, -kendi iktidarını sağlama almak için- devlet aygıtını sőndürmek bir yana onu güçlendiriyor ve neye mal olursa olsun iktidarı bırakmak istemiyor. Bașka bir sorun kișiler, liderler ortaya çıkıyor ve kültleștiriliyor ve bunlar őlene -ya da yapabilene kadar iktidarda kalıyorlar. Onlardan sonra da bazen yakınları hükümete geliyor. Sadece kapitalist toplumda bu bőyle değil, “sosyalist” olduğunu “ya da őzgürlük  getirdiğini” iddia eden legal ya da illegal kurumlar ve partilerde de bőyle. Bakınız legal ya da illegal partilere, őzellikle de yőneticilere; yıllardır aynı elit kișiler tarafından yőnetilmiyor mu bu kurumlar? Eğer “așağıdan” yeni kadrolar yetișmiyorsa, o zaman orada yőnetici kadro tarafından buna izin verilmemesi sorunu da vardır.

Peki ne yapmak gerekir? Bu noktada Kropotkin’in dediği gibi őzel mülkiyete son vermiş her toplum, derhal anarşik komünizmin temellerini atmaya başlamalıdır. Anarşizm, kaçınılmaz olarak komünizme varır dayanır, komünizm de anarşizme; kaldı ki bunların her ikisi de, çağdaş toplumlara egemen olan aynı büyük sevdanın, eşitlik sevdasının ifadesidirler.” (Kropotkin, age)

Devlet iktidarını ele geçirmek değildir asıl sorun. Biz, muhalif legal, illegal her türlü kurumda ve kișisel ilișkilerimizde birbirimiz üzerinde iktidar kuruyoruz. Hiçbir yerde olmasa, kendi evimizde iktidar kuruyoruz. Öncelikle, iktidar duygumuzdan mümkün olduğunca kendimizi arındırmamız, hiyerarșiyi yenmemiz ve “elit, lider” insanlar yaratmaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Asıl olan iktidar sahibi olmak değil, őzgürlüktür. Marx da bunu bőyle ortaya koymuștur.

Bana gőre aynen EZLN’nin (Zapatista Ulusal Kurtuluș Ordusu) yaptığı gibi, iktidar hedefi olmayan, ama sistemi kendi bulunduğu bőlgede “de facto” olarak etkisizleștiren bir yapılanma gerekiyor. EZLN, iktidarı ele geçirip bir devrimci diktatörlük kurmayı hedeflemek yerine Meksika’da gerçek bir demokratikleşme sürecinin başlatılmasını istemiştir. EZLN, var oldugu bőlgelerde halkın gerçek demokrasisi ve őzyőnetimine aracılık etmektedir. (Bunu ne derece gerçekleștirebildiği elbette tartıșılabilir.)

Bu noktada “Bizler iktidara!” sloganından çok, “Bizler Özgürlüğe” sloganı anlam kazanıyor. Bulunduğun, yașadığın yerde őzgürleș ve her türlü iktidarı, hiyerarșiyi anlamsız kıl düșüncesi bana daha gerçekçi geliyor.

Peki bu nasıl yapılabilir? Belki “kurtarılmıș bőlgeler” yaratarak. Belki sivil demokratik kitlesel mücadeleyle… Belki de bașka yollarla. Ancak bu kurtarılmıș bőlgelerde, halka kendi anlayıșını ve hukukunu dayatmakla değil, halkın kendi őzyőnetimini kurmasına aracılık ederek gerçekleștirilebilir. Bu da kâğıt üzerinde buna benzer șeyler sőylemek yerine, bunu değiștirebilecek gerçek, somut adımlar atmaktan geçer. Peki iktidarı hedeflemeyen bir mücadelenin bașarıya ulașması olası mıdır? Bence olasıdır, sınıfsız, sőmürüsüz topluma giden yol, iktidardan değil, tam tersine iktidar hedeflemeyen, ama mücadeleci bir anlayıștan geçer.  Yani kimse halkın őzgürlüğünü sağlayacak tek yol değildir, o binlerce yolun birleștiği ana yola giden bir patikadır yalnızca.

Őzgürlük, yarının değil, bugünün şimdiki an’ın sorunudur. Dőnüșüm ve değișim de șimdiden, burada bașlamalıdır. Bu da iktidarı ele geçirerek ve bașka bir baskı mekanizması kurarak değil, hiyerarșiden mümkün olduğunca arınarak, kendi içinde bir gerçek dőnüșümden, doğrudan demokrasiden geçer.

Her șey insanların kim tarafından olursa olsun yőnetilmeyi reddettikleri ve inisiyatif aldığı zaman farklı olacak.

Her șey  içimizdeki devleti ve iktidar tutkusunu yenmekle bașlıyor.

 

Erol Anar

 

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu